25 Kasım 2012 Pazar

düş(d)ündü


Usulca kaybolmaya hazırlanan, bir kenarından kırılmış turuncu mehtabın yeryüzüne serptiği altın tozlarıyla bezenmiş ıhlamurların, güllerin, limonların arasında ateşböceklerinin kızıl çakıntılarla uçuştuğu mavimsi bir geceydi. Birden gökyüzünde yeşil bir adacık gördü, başlarda bunun bir gezegen olduğunu düşündü ama adım attığı anda kendini bu devasa ormanın içinde buldu, ağaçları, ara ara boşluklarda toprağın görünmesine rağmen müthiş bir yeşillikte rüzgarda savrulan çimenleri gördü. yüzlerce metre koştuktan sonra masmavi bir denizle karşılaştı, güngörmüş çınarların gölgesi suya vuruyor, sevecen bir meltemle kıpırdayan sularda dantelli oynaşmalar yaratıyordu, arada bir paslı, eskimiş şilepler geçiyordu. Gözü, sularda kıpırdayan bir ışık yansımasına takıldı, o ışık öylesine güçlü bir biçimde onu içine çekti ki, sanki her şey o anda gerçekliğini kaybetti. Bir tarih belirdi o anda durgunlaşan suda, annesinin toprağa verildiği 19 Ocak günü. Yumuşak nefti bulutlar suların üstüne kadar inmiş, ufuk çizgisini hemen yanına kadar taşımıştı, deniz durgun, küçük bir göl gibiydi, kıpırdamıyordu, birden, hayatının en talihsiz tarihini silmek için kendini suya bıraktı. Suyun içinde hızla kayboldu, hızla geçti köpükler üzerinden, yukarıya baktığında gördüğü geniş maviliğin ne kadar güzel olduğunu düşündü, bir Ankaralı olarak bir ayağı suda büyümemişti, yüzmeye de öteden beri pek ilgisi de olmamıştı..

‘’ yüzmek, çirkin bir çaba olduğunda, yılanı ağzından öperek yılanlaştığımızda, hayata ve denizin köpüğüne secde etmeye başladığımızda;
bir kez de boğulmayı denemeliyiz. dünyaya geliş anımıza dönebiliriz o vakit!
hiç değilse borçsuz ve temiz bir beden kalır ardımızda..’’

diye düşündü.. düş dündü.. dündü.. uyandı… huzurluydu.

10 Kasım 2012 Cumartesi

bir ayrılık

Joseph içeri girdiğinde, Cecile elindeki fincanda kırmızı rujunun bıraktığı izi inceliyordu. Epeyce beklemiş olmalı, diye düşündü Joseph, Cecile gergin görünüyordu. Sandalyeyi ağır ağır çekti Joseph, yavaşça oturdu, Cecile'i yanağından bir kez öptükten sonra. Nasılsın, dedi genç kadın, İyiyim, sen?, dedi adam, sanki ruh halinin yeryüzündeki en merak edilen konu olması gibi bir hava yaratarak, gayet iyiyim, diye ekledi.. Cecile bu soruyu es geçerek, aniden konuyu değiştirdi; ''son bir haftaya çok şey sığdırdım, sensiz, kendimi cok güzel bir şeyin parçası gibi hissettim ilk defa'' dedi. Joseph şaşırmadı, dinlemeye devam etti, kadın anlattıkça sesi kayboluyordu sanki, ses Joseph'in kulağına temas etmeden uzayda kayboluyordu, duymuyordu genç adam artık yüzyıldır duymaya alışkın olduğu bu sesi.

Cecile ona ne söylerse söylesin asla öfkelenmezdi Joseph, çorbasında çırpınan sinek için garsondan can simidi isteyecek naiflikte bir adamdı. Cecile, bir saat kırk dokuz dakika on üç saniye kadar konuştu.. nefes almak için bir anlık suskunluğundan faydalan Joseph; ''merak etme sen yokken de vardım ben, var olmaya devam ederim, endişelenme!'' dedi ve kalktı, sokağa adım attığında, yakmak üzere çıkardığı sigarasına ateşböceği konunca, çakmağını gerisin geri cebine soktu.
Parkta biraz dolaştıktan sonra, gördüğü çocuğa gayri ihtiyari yaşını sordu, ''akranız'' dedi çocuk, ''hepimiz ölecek yaştayız'', ıslığını cebinden çıkardı Joseph, yumruk yapıp bir yerlere saldı.
Eve doğru yürürken; ''bu yol uzağa kıvrılıyor'' dedi göğsünde terleyen geceye.

Eve girdi, bir sigara yaktı, koltuğuna gömülüp başucundaki ışığı bir yaktı bir söndürdü... Yakın mesafeden halıya dökülen, silindir şeklindeki sigara külünü yerinden kaldırabilecek bir hassasiyetin yeryüzünde olamayacağını farkedince en narin varlığın sigara külü olduğunu anladı. Televizyonu açtı, olimpiyatlarda maratonu izlemeye koyuldu, dokuz saat kırk üç dakika kadar gözlerini kırpmadan izledi, kimliği belirlenemeyen bir cani bitiş çizgisini silmişti, yüzlerce maratoncu koşarak öldüler. Joseph, ceset yığınlarının gösterildiği televizyonu kapattı, günlüğüne, ''devir değişti, detaylarımı kaybettim, hükümsüzdür'' diye not düştükten sonra, Cecile'in mezarına gitmek için arabasına atladı... dokuz yüz on iki gündür yaptığı gibi.

31 Ekim 2012 Çarşamba

huzursuz ruh

bazen, kendi icinize girip gozden kaybolursunuz..
kapısız bir katedralin önunde duran biçare bir dindar gibi, yeniden dışarı çıkmak için dolanıp durur bedenınız ruhunuzun etrafında.. durumunuz korkunçtur, ayna karşınızdadır, işte saçlarınız, işte dudaklarınız, gözleriniz, gulumseyişiniz, bakışınız hepsi aynen duruyordur ama butun bunlar, sizi eski siz yapmaya yetmez.

tanrıların lanetine ugramış bir matematıkçi gibi bütün rakamları alt alta yazıp toplarsınız, sonuç yanlıştır. birisi rakamların değerlerini, size haber vermeden değiştirmiştir, gittikçe daha çok çıldırarak yanlış rakamlarla doğru bir sonuç bulabilmek için boğuşursunuz.
öyleyim.. aynen bu tasvirdeki gibi..
göz alabildiğine uzanan şehirde tek bir ışık bile yanmıyor. şehir dev bir kaplumbağa gibi başını içine çekip kabuğunun karanlığına kapanmış.
ellerim üşüyor,
hayatın, beni bırakıp gideceğini, ona yetişemeyeceğimi düşünüyorum.
hep aynı güçle özlüyorum.
özlemeyi hep iyi bildim...
kavuşmakta ise hep acemiyim. bu beceriksizliği kutsal bir emanet gibi taşıyorum..

bu korkunç karanlık shakespeare'in mezarcısı gibi kazıp bulduklarını bana gösteriyor.. neler çıkıyor oradan neler, beni kasıp kavurmuş nice acı, üstü kapanmış nice öfke, unuttuğum nice ihanet..
soğuk..
ellerim üşüyor..
soğuk zamanı yırtıyor, ama sadece soğuktan değil üşümem..
ne tanrı'yı ne şeytanı memnun edebiliyorum.. bedenimde kaybolmuş ruhum katedrale kapı inşa etmeye ugraşıyor.

9 Eylül 2012 Pazar

özlediğim adam, ben ve nazım

biz üç kişiydik... şaka lan şaka epey romantik takılacağım bu yazıda durun!

'aşkın en sağlam sigortası mesafedir' şahane bir önsözdü adını hatırlamadığım bir aşk kitabında.
yıllar yılı özlemle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince,, özlemdir aşkın çimentosu, özlem aradan çekildi mi aşk, yatakta şehvetinden soyunmuş yatan çıplak bir beden kadar sıradanlaşır, ehlileşir, söner... belki de bu yüzdendir, aşkların en güzelinin mektuplara, şarkılara dökülmüş oluşu..
nazım hikmet'in hayatı bu tezin ispatı gibi..
nazım hep uzağındaki kadınları sevmiştir.
piraye ile 1935'te evlendi, ertesi yıl tutuklandı, adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı  bu kadınla 1950'de çıkana dek yazıştılar.
''seni nasıl seviyorum biliyor musun? ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, lenin'in inkılabı, ve inkılabın marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni nazım himet'in piraye'yi sevmesi gibi seviyorum.''

o mektuplardan birinde nazım, ''çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum'' diyordu, ve fakat öyle olmadı.. ot yağmura, ayna ışığa kavuşursa, o oldu.

alışıldı.

aşk bitti ve ayrıldılar.
nazım yeni bir aşktaydı çoktan, münevver... yine cezaevindeydi kör aşık.. sonra yurtdışına kaçtı nazım, esaret altına yeniden alınacağını hissedince.. yedi tepeli şehrinde bırakmıştı gonca gülünü.. sonra münevver'ine kavuşunca nazım aşk yine bitti.. nazım yine bir başka aşktaydı çünkü, 1959'da vera ile evlendi, 1963'de öldü...

piraye'ye yazdığı mektuplardan birinde, ''canım karıcığım. birbirimizden uzak olmak, birbirimize sokulamamak ne korkunç bir şey, fakat bu korkunçluğun ne tuhaf ne acı bir tadı var.''

bence nazım kadınlara değil de aşka aşıktı.. sevme fikrini seviyordu. ona aşkı anlatabilmek için vesileler, ilhamlar lazmdı., sevgiyi yaşamaktansa yazmayı sevdi nazım.

çok sevdiğim nazım'ı aklıma düşüren ise bugünlerde garip bir karıncalanma ile tüm bedenimde hissettiğim özlem. uzun zamandır benimle olduğunu bildiğim bu adamın özlemi içimi ısıtıyor. sabahlara saçlarımı okşayarak başlamasını, akşamları bütün işleri bir kenara koyup başbaşa kalmamızı, oynaşmamızı, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğümü, henüz hiç yaşamadan özlüyorum.. ama 'aslolan hayattır' diyen nazım'a inat ben yaşamayı seçiyorum, nesnesini istiyorum bu özlemin...





8 Eylül 2012 Cumartesi

moğol atlıları

çivit renkli bir göğün altında, masmavi bir denizin kenarındaki sımsıcak bir kumsalın üzerinde yükselen, rüzgarların aşındırdığı dik bir yamacın kenarında ayakta duruyordum. aniden, yalıyarınen tepesinde, binicileriyle birlikte koskoca üç savaş atı belirdi. hayvanlar da adamlar da eski zamanlardaki asyalı savaşçılar gibi giyinmişlerdi, ipekli sancakları, ponponları ve saçakları, tüyleri ve arma süsleri, güneşte pırıl pırıl parlayan muhteşem savaş gereçleri vardı. uçurumun kenarında bir anlık duraksamadan sonra savaş atları kendilerini boşluğa atarak gökyüzünde kumaşlardan, tüylerden ve sancaklardan geniş bir kavis çiziyorlar, o esnada yarı at yarı insan biçimindeki bu efsanevi varlığın cesareti karşısında benim nefesim kesiliyordu. bu bir intihar değil bir ritüeldi. bir yiğitlik ve maharet gösterisiydi. toprağa değmeden az evvel atlar boyunlarını öne eğerek tek omuzlarının üzerine düşüyorlar ve sonrasında dertop olup yuvarlanırlarken altın renkli bir toz bulutu kaldırıyorlardı. kalkan tozlar ve çıkan gürültü yatıştıktan sonra doru atlar, sırtlarındaki savaşçı binicileriyle birlikte, ağır çekim hareketlerle ayağa kalkarak kumsalın önünden dörtnala ufka doğru uzaklaştılar.

şaşkına döndüğüm bu pistorek karşısında nefes almadan duruyordum. yerlere kadar uzanan beyaz elbisem, çırılçıplak ayaklarım ve şimdikinin aksine belime kadar uzanan dalgalı saçlarım vardı. yüzümdeki şaşkınlığı ve gülümsemeyi uyandığımda da koruduğumu gördüm... hayatımda gördüğüm en güzel ikinci rüyaydı...

1 Eylül 2012 Cumartesi

bir ömrü hayal kurarak tüketme hakkı

kendimden bir başka ben yarattım.. görünüşte aynı ben olan ama aslında zerrece yakınınından bile geçemediğim güzellikteydi üstelik, nasıl oluyordu da aynı fiziksel özelliklere sahipken ve de düşünce sistemine, o ne isterse yapıyordu da ben kıyısından bile geçemiyorum diye de kıskandım başlarda.. yaşamak isteyip yaşayamadığım ne varsa; gerçekleşmesi şu an için imkan dahilinde olmayanları mesela, ya da bu evrende mümkün olmayanları da bir bir ona yaptırttım.. o bile şaşırdı çoğu kez ama hiç sesini çıkarmadı yaşadıklarına, bir bildiği vardır nasılsa dedi hep.. içten içe çok da mutluydu, anlıyordum.. anlaşmamıza sadık kaldık hep; ben ona ütopik bir dünya veriyordum o da bana sadece mutluluk.. çok merak ediyordu ama; nereye kadar devam edecek bütün bunlar diye.. sınırlarımı merak ediyordu.. sanırım hamuruna biraz merakı fazla koymuştum, her seferinde önce sebep soruyordu, önyargısız yaklaşmıyordu hiçbir göreve.. itirazlarla girdiği işlerden memnuniyetlerle ayrılıyordu sonunda.. geceleri çok çalışmaktan yakınıyordu en çok; yattığın yerden kolay geliyor sana bütün bunlar dediği an; hiç görmediği bir ülkeye yolculuğa gönderiyordum, döndüğünde ise ben uykuda oluyordum, onu da başucumda buluyordum sabah; yaşadıklarını anlatma hevesini kursağında bırakıp acelem var bahanesiyle ayrılıyordum yanından, ne yaşadığını ben zaten biliyorum salak diye bozmuyordum.. gün içinde olmadık yerde karşımda beliriyordu; zamanda yolculuk yapmak istiyordu kimi zaman canı; kah on yıl sonrama gidiyor, kah bi gün sonrasına.. geçmişime gittiği de oluyordu; değiştirsem şunu nasıl olurdu acaba düşüncesiyle gidişlerinden; hüsranla dönüyordu.. en çok da içinde bulunduğum günün akşamına yolluyordum.. biraz yağmur biraz şarap isteğimi kırmıyor benden önce evde hazır bulunduruyordu.. benden önce her yere gönderiyordum onu, olmak istediğim yerlere, olmak istemediklerime de.. başına bazen kötü şeyler de getiriyordum, bazen gerçekten aptal olduğunu düşünüyorum dediğinde ise; hayat hep güllük gülistanlık değil, kötü şeylere hazırlıklı mısın diye seni deniyorum, deyip çıkıyordum işin içinden.. senin yaşadığın hayat da hiç fena değil, neden benimkini istiyorsun? diye sordu geçenlerde; belki ben de bir başkasının sen'iyim, dedim.. çok matah bişey söylemişim gibi gözleri parladı.. sanırım o da beni düşlüyordu, o gerçek ben ise bir düş oluyordum.. ne zaman bırakacaksın beni dedi; senden önce birşeyi ilk ben yaparsam o an gidersin, dedim, hüzünlendi.. bir adım önümde gidiyordu, son nefesime kadar da hayatımda olacağını ilk kez o an hissettim.. hayalimdeki ben'i boğazda bir çay içmeye gönderdim.. yorgunduk ikimiz de, gece nasılsa yanımda olacaktı yine...



2
2010'da bu yazıyı karalayan şahsıma armağan olsun bu çayım, eylül'ün 1'i 2012... boğaz'dayım, çay içiyorum ayşe, hayat aynı bildiğin gibi, hayal kurmaya devam....

7 Ocak 2012 Cumartesi

koku

''neden ben'' dedi....
aklına ilk gelen cümlenin bu olmasına şaşırdığını ise çok sonra fark edecekti.. hayatında ilk defa kullanmıştı bu cümleyi.. yaşadığı ilklerden biri de cümlesinden az önce başına gelen ayrılıktı.. ''neden susuyorsun?'', diye devam ettirdi şaşkınlığını genç kadın.. hiç alışkın değildi neredeyse yüzyıldır sevdiği bu adamın suskunluğuna.. anlatacak ne çok hikayesi var diye şaşırmıştı tanıştıklarında... biri bitiyor bir diğeri başlıyordu, aslında dinlemeyi daha çok sevdiğini konuşmaktan vazgeçtiği aşk dolu günlerde anlamıştı.. onun sesiyle uykuya dalıyordu, sesiyle her yeni güne uyanıyordu.. ''yüzüme bak'' dedi ''konuş lütfen sesine ihtiyacım var''.. gitme.. hıçkırıklarına karıştı isyanı.. ne tepki vermeliydi böyle bir durumda bilmiyordu aslında, hiç ayrılmamıştı ki daha önce.. bir iki kalp kırıklığı olmuştu ilk gençliğinde ama geride bırakan kendisiydi hep, terkedilenin ne hissedebileceğini bilmiyordu.. henüz... üzülmekten mi başlamalıydı, yoksa kızmalı mıydı önce, kestiremiyordu.. beyni bunlar arasında seçim yapmakla meşgulken, kalbi çoktan yolunu seçmişti; sızlıyordu.. hayatında ilk defa hissediyordu kalp ağrısını.. ne çok mutluluk görmüştü oysa; şu an karşısında neredeyse nefes almadan duran bu adamdı üstelik hepsini yaşatan.. neden şimdi böylesine büyük bir acıyı yaşatıyordu kendisine anlayamıyordu.. evet doğru duyguyu bulmuştu sonunda, tam da şu an yaşaması gereken şey; derin bir acıydı.. bedeni tümüyle acı çekiyordu.. ''peki ben ne yaparım şimdi sensiz?'' diye sordu.. adam yine cevap vermedi, kadın elini uzattı, tutmadı ilk defa adam.. buz gibiydi adamın eli kadın dokunduğunda, irkildi önce bu da bir ilkti.. sıcacık avuçlarına aşık olmuştu ilk dokunduğunda, gözlerine sonra, sonra sesine, sonra bedenine.. ilk hangisini özleyecekti acaba.. onu ilk defa parçalara ayırdı zihninde.. her bir parçasını beraber gitmeyi sevdikleri yerlere attı.. bundan sonra yalnız gittiğinde, oralarda ondan bir iz bulmak için.. adam hala susuyor, kadın ağlıyordu.. ayrılık hiç planlanmış bir şey değildi; oysa planladıkları ne çok şey vardı.. sürekli erteledikleri tatiller geldi kadının aklına.. sonra onu sevdiğini yeterince söylemediğini farketti.. ''seni seviyorum'' dedi kadın son kez, adam duymuyordu bile.. ilk kez bu sihirli sözleri söylediğinde ağlamıştı yine aynı adam sevinçten, ''ne çok bekledim seni'' demişti, sarılmışlardı.. şimdi bu tepkisizlik ne can yakıcıydı.. çıldırmak üzereydi, duyduğu ses kendine getirdi onu.. ''bu kadar yeter lütfen'', bir başka adamdan gelen bu ses, duymak istediği en son şeydi şimdi.. son kez baktı o'na; beyaz bir çarşaf örtülüydü bedeninde şimdi, zaten hiç yakıştırmamıştı beyazı, bin yıldır sevdiği bu adama.. ''gitme'' dedi yine ''lütfen gitme..'' ilk hangisini özleyeceğini anladı sonra; kokusuydu elbette..




(2010'da yazdığım minicik bir öykü)


6 Ocak 2012 Cuma

öte

Başaramadık...
Olmadı, değiştiremedik dünyayı...
son derece seksi ve alımlı gezegenimiz intiharı seçti... bitti mi her şey? bilmem, belki!.. ''yanlış yaşam doğru yaşanmaz'' demiş ya üstad onun gibi işte...
''dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştir'' diyorlardı hani bir ara, ilk kısmı umursamayanlar için kolay bu;
Saçını boyatırsın, başka şehre taşınırsın, yeni bir aşka bulanırsın, atlatırsın.
Ama ilkinin acısı ruhunda sızlıyorsa, ödevini yapmamış öğrenci hüznünde tüm gece uyuyamıyorsan, yerküreyi değiştirme çabası kendini dönüştürmenin bir parçasıysa, ''dünyanı değiştirme''nin bir tek yolu kalır:
Arabana biner, gaza basarsın bir uçurum kenarında... Kurt Cobain gibi, Jim Morrison gibi... Dünyanı değiştirmiş olursun...
Peki ya intiharla değiştiremiyorsan dünyanı? Ya saplanmışsan çamura ve gidemiyorsan hiçbir yere? meçhul bir istikbal uğruna bugününden vazgeçmek korkutuyorsa seni? ''bakın ben de varım ama korkuyorum'' diyorsa iç sesin susmak bilmeden!.. hayalkırıklıklarını göze alamıyorsan.. deliler ve cahillere bırakmışsan meydanı.. umutların için emniyetini feda edemiyorsan! kalıyorsan, susuyorsan, kaçamıyorsan, kaybediyorsan, vazgeçiyorsan... yani yaşamıyorsan... etrafına örülmüş esaret denen kozayı yırtma gücün yoksa...

Köprüleri yıkamıyorsan ama sen kararsızken de köprünün karşısından ışıl ışıl bir hayat umudu inatla gülümsüyorsa sana, bir elle bugünün yerleşikliğine tutunurken, öbürüyle yarının macerasına uzanmaya çalışıyorsan arada çırpınır durursun!...

hayal kurma... isteme hal böyleyken sende... bilme...
Çünkü orayı bilmemek, bilmekten iyidir,
Bilip de gidememek en beteridir...








zindan

Her şeye yeniden başlayabilmek ne güzel olurdu kim bilir?
öyle geçen yıldan, geçen yüzyıldan, bir başka tarih kesitinden değil ama... en baştan... yaradılıştan...

''Dünya ateşten bir toptu'' diye başlayan senaryoyu ilk satırından itibaren yeniden yazmak ve yazarkende ''kesin'' bellenmiş ne varsa hepsini yeniden aklın, mantığın, yüreğin tezgahından geçirmek; kainatın tüm sırlarını düğüm düğüm çözerek, sil baştan keşfe koyulmak ne büyük bir insanlık serüveni olurdu düşünsene?..

Her bir saniyesi insan aklının o acımasız sorgusunda düzeltile düzeltile baştan kalıbı dökülmüş koca bir tarihi, muhteşem bir halı dokur gibi ilmek ilmek yeniden örüp bir fizik kitabı netliğinde en baştan kaleme almak ve ömrümüzün geri kalanını o kitaptan alınan derslerle yaşamak nasıl güzel bir uygarlık yaratırdı?..

Oysa tarih, söylentiler, efsaneler ve boş inançlar üzerine kurulmuş sır dolu yaşlı bir tapınak gibi yorgun bugün... Tarih bugün can çekişiyor... inandığımız ne varsa hepsi son nefesinde bana göre, yıkılmaz dediğimiz kaleler en ufak bir rüzgarı bekliyor teslim olmak için...

Şimdi yaradılıştan başlasak yeniden, yarattığımız tüm bedenlere ilk olarak vicdan yüklesek, fazlasıyla hem de... ''sizin en güçlü tanığınız, en yumuşak yastığınız bu'dur'' desek vicdanlarını göstererek... cellatlarını tam kalplerinin orta yerine yerleştirsek... yeryüzünde geçerli olması gereken tek din de ''vicdan''dır desek...

Özgürleşsek, beynimizdeki devasa parangalarla yaşadığımız hayattan, örgütsüz, savruk ve yalnız yakalandığımız yaman bir tufanda, tek tek hapsedildiğimiz ve gönüllü bir esaretle mahkum edildiğimiz hücrelerimizden kurtulsak... merkezi bir kuleye bağlı düşünce polislerinin soluğunu her an üzerimizde hissetmekten, fikir gardiyanlarının üç kuruşluk tehditleriyle cebelleşmekten, ahlak zabıtalarının işgüzar tuzaklarını kollamaktan nasıl yorgun düştüğümüzün farkındayız hepimiz.... ama ihbarcılığı meslek edinmişlerin kurduğu sinsi bir pusuda kalleş bir iftirayla kim vurduya gitmemek için susuyoruz... beynimizi ve kalbimizi kör bir kuyuya hapsetmişiz düşünmüyor, görmüyor bana değmeyen yılan bin yaşasın diyoruz...

Ama bir çözebilsek zihnimizin zincirlerini, merkezi kuleyi zaptetmemiz hiç zaman almayacak. bir aşabilsek beynimizi, kalbimize koyduğumuz yasakları, bir daha hiç yasak olmayacak, özgürleşeceğiz...

İçinde korkak silüetler halinde gezinip durduğumuz bu koca zindanı beynimizden def edip, tutkunun ateşten yelelerine sımsıkı yapışarak dört nala koşsak... bir kurtulabilsek kendimizden...











4 Ocak 2012 Çarşamba

yüreğim ağzımda

bazı anlar var, dalga gibi... zamanın sakin ve telaşsız aktığı bu dalga boyunca saat sorulursa bozulurum mesela... çünkü metropol telaşlarından hayli uzakta bir başka hayat, midye kabuğunun arasından ışıldayan bir inci tanesi gibi gülümser bu dalga boyunda bana... bozulsun istemem..

yüzyıllık bir savaşın sadece çok ağır hava şartlarında mola veren yorgun askerlerinden biri gibi, akrep ve yelkovanın durduğu bu su başında bilançoya otururum...
acaba ne kadar yara aldım savaşta? ne kadarını gösteriyor? ne kadarını gizliyorum?
ne kadarı açık yaralarımın? ne kadarı iç kanamalarım?
peki ya zaferler çıkarabildim mi mağlubiyetlerimden?...
süresini ve yörüngesini bilmeden çıktığım bu yolculuğun neresindeyim acaba?
hep bir telaş içimde hissetiğim en yoğun duygu, geç kalınmışlık hissi çoğu şeye, henüz 26'ya yeni girmişken bile...
sanki, ben nerede değilsem gerçekleşen en güzel şeyler o olmadığım yerlerde gerçekleşiyormuş gibi...
peki ne kaldı geriye bunca telaştan?..
tüketmek için bunca acele ettiğim takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğim akreplere, yelkovanlara, içine gönüllü daldığım o insafsız rutin çarkına şöyle bir uzaktan baktığımda ne hissediyorum?
ne kadarı benim hayatım? ne kadarını başkaları yaşamış benim yerime? ya da ben başkalarının?
peki ya ''keşke yeniden yaşanabilse'' diye anımsadıklarım?
nedir bu zamansızlık?
doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğumda, söyleşecek, sevişecek kimse kalmazsa yanımda? özenle yarına sakladığım liralar ya vakti geldiği anda tedavülden kalkarsa?

bütün bunları düşünürken ''an'' bitiyor, saati soruyor yine biri...bazen uluorta bazen yapayalnız uçsuz bucaksız bir boşluğa akıyorum...
tarihte benzeri görülmemiş bir 'iç' isyanla zihnimin kilitleri çözülsün, beynimdeki kağıttan kuleler yıkılsın istiyorum... yıkılsın ki hayat ertelenmesin...