Usulca kaybolmaya hazırlanan, bir
kenarından kırılmış turuncu mehtabın yeryüzüne serptiği altın tozlarıyla
bezenmiş ıhlamurların, güllerin, limonların arasında ateşböceklerinin kızıl
çakıntılarla uçuştuğu mavimsi bir geceydi. Birden gökyüzünde yeşil bir adacık
gördü, başlarda bunun bir gezegen olduğunu düşündü ama adım attığı anda kendini
bu devasa ormanın içinde buldu, ağaçları, ara ara boşluklarda toprağın
görünmesine rağmen müthiş bir yeşillikte rüzgarda savrulan çimenleri gördü.
yüzlerce metre koştuktan sonra masmavi bir denizle karşılaştı, güngörmüş
çınarların gölgesi suya vuruyor, sevecen bir meltemle kıpırdayan sularda
dantelli oynaşmalar yaratıyordu, arada bir paslı, eskimiş şilepler geçiyordu.
Gözü, sularda kıpırdayan bir ışık yansımasına takıldı, o ışık öylesine güçlü
bir biçimde onu içine çekti ki, sanki her şey o anda gerçekliğini kaybetti. Bir
tarih belirdi o anda durgunlaşan suda, annesinin toprağa verildiği 19 Ocak
günü. Yumuşak nefti bulutlar suların üstüne kadar inmiş, ufuk çizgisini hemen yanına
kadar taşımıştı, deniz durgun, küçük bir göl gibiydi, kıpırdamıyordu, birden,
hayatının en talihsiz tarihini silmek için kendini suya bıraktı. Suyun içinde
hızla kayboldu, hızla geçti köpükler üzerinden, yukarıya baktığında gördüğü
geniş maviliğin ne kadar güzel olduğunu düşündü, bir Ankaralı olarak bir ayağı
suda büyümemişti, yüzmeye de öteden beri pek ilgisi de olmamıştı..
‘’ yüzmek,
çirkin bir çaba olduğunda, yılanı ağzından öperek yılanlaştığımızda, hayata ve
denizin köpüğüne secde etmeye başladığımızda;
bir kez de boğulmayı denemeliyiz. dünyaya
geliş anımıza dönebiliriz o vakit!
hiç değilse borçsuz ve temiz bir beden
kalır ardımızda..’’
diye düşündü.. düş dündü.. dündü.. uyandı…
huzurluydu.
sen twitterda neden beni engelledin
YanıtlaSil