17 Aralık 2011 Cumartesi

haftasonu tribi

haftasonu oturup film izlemek bence şahane olur bu soğukta.. son zamanların en iyileri şunlar bence;

The Help

2011 in en iyi filmlerinden biri. insanin ruhuna dokunan bir hikayesi ve samimiyeti var. oyunculuklar muhtesem. kadin oyunculari ile öne çıkıyor.Ayrıca olayı sulandırmadan vereceği mesajı yerine ulaştırıyor.. Vioal Davis oscar almasın da kim alsın... şahane..



The Guard

polisiye komedi cinsi, 2011 irlanda yapimi matrak, izlenesi bir film.. hatta mutlaka izlenmesi gereken bir film bence.. içindeki ırkçı ince espriler çok zekice, çok komik.. Brendan Gleeson döktürüyor.. (Brendan Gleeson demişken ''in brugges'' izleyin lütfen, bak lütfen diyorum!..


The Debt

2010 yapımı hollywood versiyonu, kusurları olsa da güzel yazılmış ve oynanmış iyi bir seyirlik.. Film tecrubeli 3 ajanın 30 yıl sonra Suçlu bir Nazi’yi yakalamak için yapmış oldukları zorlu mucadeleyi anlatıyor..


Warrior

tom hardy ve joel edgerton'ın başrollerinde yer aldığı kafes dövüşü olarak başlayıp müthiş bir takipçi kitlesi yakalayan mma üzerine ilk gişe filmi.. sıradan bir dövüş filmi daha herhalde diye düşünürken fazlasını buluyorsunuz..


La piel que habito (the skin i lived in)


almodovar'ın sinema kariyeri içindeki devamlılığa örnek bir film daha.. ağzınız açık izleyeceksiniz.. antonio banderas & almodovar işbirliği şahane.. spoiler'a takılmadan izleyin...






13 Aralık 2011 Salı

şimdi uzaklardayım

benim hayalim bu..
daha hiç aşık olmamışken bile hayalimdi bu.. dünyayı gezme hayali.. içimde bir virüs gibi.. benim virüsüm de bu.. hani kiminin en büyük hayali devasa bir villa almaktır, diğerinin ki ferrari efendime söyliyim birkaç milyar dolar falan.. (olsa fena olmaz aslında bu evet) bense kafamda sürekli bir dünya haritasıyla dolaşıyorum.. ama gel gör ki 'hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir' klişesinin tam ortasında kalmış biriyim şu ara.. iş güç vs. derken dünya turu için gerekli parayı kazanmaya başlamamla gerekli zamanı kaybetmem terazinin iki ayrı kefesi olma özelliğini enfes şekilde yerine getiriyorlar.. dünya turu için emekliliği beklemek yerine dünya turunu birkaç parçaya (tamam 20 parçaya falan) bölmeye karar verdim.. kendime şahane bir rota belirleyip bu yaz ilk parçayı gerçekleştirmeye de and içtim.. belirlediğim ülkelere bağımsız bir turist gibi gidecek, her birinin muhtelif şehirlerinde canım sıkılana kadar takılacağım.. düşüncesi bile bugünlerde uykumu kaçırmaya yetiyor.. bağımsız ve özgür olabilmemin tek yolu bu gibi geliyor bana.. 2012 yazımı batı avrupa turuyla taçlandıracağım.. Rotamı; Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika diye düşünüyorum.. arada fireler olur muhakkak.. ama bir buçuk aylık bir zaman dilimim var... hayatımın tatiline hazırım..





17 Kasım 2011 Perşembe

all i want

''olmayı istemek'' ve ''-ile olmayı istemek'' arasında ne kadar oyunlu bir ayrım mevcuttur öyle!.. yüzlerce şeyi olmak istedim aklım erdiğinden beri, en tatlısı dansçı olmayı istememdi ortaokuldayken, kırık bir bacak sonrası yarım kalan macera olarak hala içimde bir sızıdır, üstelik hiçbir şey başaramamışken dans adına hem de, bir duvarının tamamı ayna ile kaplı odaya son bakışım hala içimi burkar.. neyse dedim ya olmayı istediğim yüzlerce şey vardı; azını oldum, çoğunluğu ise hala hayal olarak sallanmakta içimde bir yerlerde ama ''-ile olmayı istemek'' kavramı sanırım tek bir şeyi (kişiyi ya da bilemiyorum, şimdilerde kişilerin yerini şeyler aldı bende, insandan itinayla kaçtığım bir dönemdeyim, huzuru eşyada bulmaktan da imtina ile kaçıyorum, araftayım...) tanımlıyor.. neyi olduğunu bilsem, nerede olduğunu sezsem dakika durmam yerimde arar bulurum.. biliyorum eksik parçam bu benim, ama hala kendisine dair tek bir iz bile yok... yoktu!.. istemeyi bilmediğimi farkettim.. bilmiyoruz istemeyi, hiçbirimiz.. çünkü gereksiz mütevazilikten dolayı istemeye korkuyor, haketmediğimizi düşünüyoruz çoğu kez.. hayattan istemezseniz, size hiçbir şey vermeyeceğini bu ibnenin yakın bir zamanda öğrendim ben...

her şeyin O'na benzediği, ama hiçbir şeyin O olmadığı bir eksiklik... üçüncü tekillikten çıkıp gelsin cümlelerime özne olsun... all i want is that..


(Sarah Blasko'nun bu şarkısına ve klibine de hastayım ayrıca, ceketi şahane değil mi? eheh kadınsal bir dürtüyle bitirmek postu...)

5 Kasım 2011 Cumartesi

şizofrenik tandans

paralel evrende neler olmaktadır acaba bu vakitlerde?

gittim gördüm, barselona'da bir yer, tam adını bilemiyordum ama gerizekalı ben orada da foursquare'dan check-in yaptığı için kolaylıkla buldum..
la rambla'da oturuyor bir cafe'de, kulağında ipod; robert johnson - traveling riverside blues çalıyor.. ilk bakışta dünyanın en mutlu insanı olduğuna yemin bile edebilirdim bu kadının.. gözleri kapalı, sol dirseğini masaya yaslamış, kırmızı ojeli tırnakları dudaklarında, çenesi avcunda, ritmik hareketlerle başını sallıyor... elindeki kitabın ilk cümlesine kitlenmiş kalmış, bir kelime öteye gidemiyordu.. ''aşk tamamlanmamış bir devrimdir.'' hayatı boyunca inandığı iki kavram vardı zaten; evrim ve devrim... evrilmiş aşklardan yorulmuş, sonuncusunda artık devrimin vakti geldiğine iyiden iyiye inanır olmuştu..


"...ama kimsenin senden önce devrim yapmadığını öğrenmeye başla hemen;
yaşlı ya da ölü şairler ve ressamlar,
yiğitçe saygın kılsan da onları,
işine yaramazlar senin, bir şey öğretmezler sana.
yalın, inatçı, ilk deneyimlerinin keyfini çıkart,
çekingen, kundakçı, sınır tanımaz gecelerin sahibi,
unutma sakın,
yalnızca diş bilemek, altüst etmek
ve öldürmek için buradasın..."

der bir şiirinde pier paolo pasolini.. bu dizeleri hatırlar hatırlamaz kitabını kapattı, henüz bir yudum aldığı şarabını tek nefeste bitirdi ve koşar adımlarla uzaklaştı oradan.. yedi katlı apartmanın çatı katına çıktığında nefes nefeseydi, kan kokusu her yanı sarmıştı, izler yatak odasında bitiyor, izlerin bittiği yerde boylu boyunca devrim yatıyordu.. demek henüz birkaç saat önce gerçekleştirmişti devrimini kadın.. iki dudak arasından çıkanlar bitmişti şimdi yalnızca yapabileceği şey iki dudak arasına bir sigara kondurmaktı.. sonra özenle çıkardığı kalbi pişirip yedi... devrimin tadı enfesti..

27 Ekim 2011 Perşembe

bu kadar

gitmek,
her zaman hüzün verir.. bıraktığım yerde elbet var bırakmak istemediklerim..
ya off çok salak saçma duygusal bir yazı olacak bu belli, neyse değiştiriyorum akışı..

gidiyorum.. ankara'dan.. istanbul'a.. ama öncesinde bir amerika mevzusu var... o zaman önce gidip sonra dönüyorum ben.. ama döndüğüm yer artık bambaşka bir yer; istanbul..

olur da blog'u takip eden vardır diye yazıyorum bunu da.. bambaşka bir sabaha uyanmak üzere..

                                                                                                                                     adios..

21 Ekim 2011 Cuma

saatiniz..

bir bakıyorsunuz üç,
bir bakacaksınız hiç..

gitmek.. herseyi ardinda dusunmeden birakip gitmek.. giderken iligini emmek yanindakinin.. uyusturmak tüm vucudunu onu yolculayanın.. olum.. kendin icin, devam etmek, kalanlar için, tükenmek demek.. nefes alıp almadıgının fark edilmedigi, zaten pek umurda da olmadıgı, ruhun kurtlanıp, icten ice insanı yedigi bir ruh hali.. "farkında"sızlık, sıkılmıslık, bilinc yitimi..

tercihli değilse gidiş, daha bir dertleniş ardından.. mesela;
''ben gitmiyorum ölüm geliyor,
ruhum gergin bir kağıt; ölüm deliyor..'' diyor.. giden..

yok, bundan daha ötesi yok. bunun geri dönüşü yok, telafisi yok. uygun zamanı, güzel biçimi yok.

gideni bir daha asla göremeyeceksin, o asla yanında olmayacak bundan sonra. onu en çok özlediğin anlarda, zihnindeki silüetini gözünün önüne getirebilmek için her şeyi deneyeceksin. kıyafetlerinde, en sevdiği şarkıda, fotoğraflarında, odasında, tanıdıkların gözlerinde, ve en önemlisi kendinde onu arayacaksın. ona en son ne dediğini hatırlayacak, şimdi yaşasaydı neler söyleyeceğini düşüneceksin. rüyanda gördüğün zamanlarda yanında olmasını yadırgamayacaksın, çünkü bilinçaltın bunu asla tam kabullenmeyecek.

geride kalanlardan sevgi sözcüklerini eksik etmeyeceksin bir süreliğine. hayatı çok anlamsız göreceksin, "her şey boş aslında" diyip ufak sorunları çöpe atacaksın. aradan zaman geçtikçe eski günlerine döneceksin.

ve en önemlisi, bu ölüm gelecek seni de bulacak.
bu kez aynı prosedürü seni tanıyan herkes yaşayacak...



''alıştığımız bir şeydi yaşamak,

öldük, ölümden bir şeyler umarak''



























19 Ekim 2011 Çarşamba

yalanmış

doğruları söylediğim takdirde yanıbaşımdaki adama saf acıdan başka bir şey göndermeyeceğimden yalan söylemeyi tercih ediyorum ben çoğu kez bu adama..

alternatif bir ben yaratıp oturtuyorum adamın karşısına, ben değil o anlatıyor hayata dair tüm planlarını babama.. geleceğe dair planları ve umutları olan, kafası çalışan, büyüklerine saygılı, akrabalarına karşı vefakar, her şeyi bir strateji çerçevesinde başarıyla devam ettiren, muhtemelen gülümsediği zaman dünyanın en tatlı insanına dönüşen bir insan..

ben anlatırsam dayanamam biliyorum, o güzel anlatıyor, sinir bozucu şekilde rasyonel hem de..

bütün bu kafamdakileri, hayata karşı duyduğum anlamsızlığı, çaba göstermenin beyhudeliğini, çocukluğumdan beri değişmez bir nefret duyduğum pazar akşamlarını, yarın işe gitmek yerine akşama kadar arkeoloji müzesinin bahçesinde oturup kitap okumak isteğimi, boynumda fotoğraf makinesi hiç bilmediğim bir şehirde akşama kadar fotoğraf çekmeyi istediğimi, hayata dair tek bir planımın bile olmadığını... anlatsam ben bu adama muhtemelen şoklardan şok beğenir.. ama alternatif ben öyle güzel yapıyor ki rolünü ben uzaktan izlerken babamı ve kızını içim gidiyor.. ibneye bak nasıl da takdirini kazanıyor babamın..


ceset torbalarına doldurduğum bira şişelerinin cansız bedenlerini gömüyorum geceleri bu adam uyurken.. sigarayı bıraktım dedim.. ''ne zaman başlamıştın ki hiç farketmedim'' dedi.. kızmıyor, kızamıyorum.. akşama yeni ve canlı biralarımla eve dönmeyi planlıyorum.. nasıl yağılacağını unutmuş kararsız bir yağmur dışarıda beni bekliyor..

2 Ağustos 2011 Salı

firefly lane

Basit, yalın, dümdüz bir giriş yapmak istiyorum bu harkulade eser hakkında; çok samimi, fazla samimi, ayna gibi...

şimdiye kadar okuduğum kitaplar içinde ilk on'a oynayacak güzellikte bir başyapıt.. (ki hatırı sayılır ölçüde kitap okumuşluğum vardır..) 70'li yıllarda başlıyor hikaye, 2000'li yıllara kadar sürüyor.. öyle güzel öyle yalın bir dille anlatmış ki kristin hannah aradaki olaylar, birebir karakterlerle birlikte yaşıyorsunuz siz de..

bu kitap hakkında öyle çok şey söylemek ve aynı anda hiçbir şey söylememek istiyorum.. nasıl oluyor bilmiyorum ama aynı anda hem herkes bu güzelliği okusun istiyor, hem de kimse bilmesin bir tek ben okumuş olayım diye düşünüyorum..

kate ve tully, keşke sizinki gibi bir dostluğa sahip olabilseydim ben de...

not: son 50 sayfa için yanınızda mendil bulundurun.. ve okuyun, şahane bir eser...

10 Temmuz 2011 Pazar

7 Temmuz 2011 Perşembe

anne ben dali tablosu oldum

nefret ediyorum sıcaktan, nefreeeeet!
hava olanından bahsediyorum elbette, yoksa sıcaklık insanda aradığım ilk özelliktir.. neyse mevzu bu değil..
sıcak,
bunaltmaktadır, bezdirmektedir, küstürmektedir..
yemek yemek istersin; yiyemezsin.. sabahtan beri yediğim tek şey bir litre çilekli dondurma..
uyumak istersin; uyuyamazsın..
oturduğun yerde oturtmaz..
serinlerim diye girersin banyoya, çıktığında her şey eskisi gibi olur..
tamam.. güzeldir, cici cici elbilselerle dolanıyoruz ortalıkta, ayakta sandaletler, her şey rengarenk hoştur ama bu kadarı da olmaz hani.. demişler ya zamanında, her şey kararınca güzel diye.. işte haddini bil sen de sıcak, delirtme beni..
ah emre altuğ demişti zamanında; ''sıcak daha da sıcak olacak'' diye, dinlemediniz adamı!..
havuzun içinde terler mi bir insan ya.. bu havada terledim..
tek güzelliği var, içtiğim kahve artık soğumuyor!..
sonuçta sıcak hayattan bezdirir insanı..
sıkıldım lan yeminle sıkıldım.. ne pis bir şeymiş bu sıcak ve nemli hava..

dali'nin tablolarına döndüm, yemin ediyorum bütün renklerim birbirine karıştı, eridi, mahfoldu..

ha bütün bunlara rağmen, ''sıcak'' şahane bir bülent ortaçgil şarkısıdır.. ben gidip if performance hall'de bülent ortaçgil dinleyeceğim bu gece canlı canlı, havanın akşam serin olması umuduyla.. öperim..


28 Haziran 2011 Salı

şirinlik muskası



aynen böyleydi benim annem de.. çok iyiydi benim annem be..

"annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi.
güneşe ulaşamazdık belki ama,
hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi..." doğru demiş Hurston..

20 Haziran 2011 Pazartesi

Sleepless Nights



Eddie Vedder'ın ikinci solo albümü  Ukulele Songs'da muhteşem ötesi bir şekilde yorumladığı harkulade bir şarkı..
''İnsomniaya meyyalim vallahi dertten..''

http://www.youtube.com/watch?v=z9wCfAg3l5E

la vita è un gioco

Benim tuhaf bir inancım var.. (aslında anlattığım insanlar tuhaf olduğunu düşünüyor, bana göre salt gerçek..)
Birilerinin benimle ''hayat'' denen bir oyun oynadığını düşünüyorum.. Bence her şey bu yanılsama için özel olarak hazırlanmış.. Mesela bana gösterilenden tamamen başka bir dış dünya var.. Pencereden bakınca dışarıda gördüklerimin, perdeyi çektiğim andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındayım.. Sanki ''yukarıdakiler'' benimle oynamak için ''dışarı''yı böyle şekillendirdiler.. Ben perdeyi çekince de kıs kıs gülüyorlar..

Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyorum, benimle oyun oynayanları faka bastırmak istiyorum belki de, kim bilir..


Bütün bunların saçmalık ya da komik olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.. Ama karşı çıkmaya çalışmayın bence, Ne biliyorsunuz ki; aynı oyunu sizinle de oynuyorlar!..

Tıpkı ''la vita e bella'' filmindeki başroldeki çocuk gibiyiz hepimiz aslında..
Savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü anlatır bu film.. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için her şeyi bir oyun gibi sunuyor.. Çocuk oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank için bütün bu acılara göğüs geriyor.. Çok orijinal ve samimi bir senaryosu vardır bu filmin.. İçinde siyaset, dram, aşk, şiddet, gerilim vs. birçok konsept barındıran bu film hayatın aslında tam da benim anlatmak istediğim gibi bir oyundan ibaret olduğunu bir çocuk ve baba gözünden öyle güzel anlatır ki nutkunuz tutulur.. Roberto Benigni'nin olağanüstü bir adam olduğunu da gözler önüne serer bu başyapıt!..

Henüz çocuk sahibi olmayanlar için de hayat simülasyonu gibi bu film aslında.. Bir çocuğa, henüz büyüyüp insanlıktan çıkmamış bir insan evladına büyüklerin kin, nefret, zulüm ve ölümle dolu dünyalarını anlatmanın, anlatmak zorunda kalmanın ağırlığını, acısını en derin biçimde hissettiren sinema başyapıtı bu.. Anne baba olmadan bunun ne demek olduğunu anlamak gerçekten çok zor gibi görünüyor tabii.. İşte bu filmde kendinizi babanın yerine koyuyorsunuz, bir çocuğu korumanın aslında ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz..

Hayata gülmeyi öğrenmem de bu filmin etkisi büyüktür.. Aldığım en büyük derslerden biridir.. Hayat bir ''oyun''dur.. ve bizler de kandırılmış küçük çocuklar.. hem de kandırıldığımızın farkında olan.. Zaman ilaç, unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazılıyor hanemize.. En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlar..
Kaçacak, başka neresi var ki?..
Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız ne var ki başka?.. Tek gücümüz; düş gücü..

Filmin ilk sahnesinde de dendiği gibi;
"bu aslında basit bir hikâye ama anlatması pek de kolay değil. tıpkı masallardaki gibi hüzünlü ve masallardaki gibi mutluluk ve harikalarla dolu..."

16 Haziran 2011 Perşembe

duygusal paradoks

harikulade bir ev.. piyanonun üstünde on bir yıllık ideal bir evliliğin sadakat fotoğrafları.. yakışıklı ve anlayışlı bir eş.. sekiz-dokuz yaşlarında bir çocuk.. e tabii bir de köpek.. tenis dersleri vs. vs. vs..
soruyor yönetmen; ''bir kadın daha ne ister?''
Unfaithful filmi bu soruyu kadınlara soruyor, daha filmin ilk dakikalarında.. cevabı ise son sahnesinde..
hem de öyle bir soruyor ki bu soruyu, seyreden kadınlar başroldeki Connie'nin yerinde olmaya can atsın diye, koca rolünü; ''Richard Gere''e veriyor.. Connie tüm bunları, bu muhteşem hayatı riske atıp o canım adamı aldatıyor.. hem de iflah olmaz bir serseri ile; Olivier Martinez.. (bana sorarsanız aldatmakta haklı! -ooo ayşe, neler diyosun?- ehi..)

Adrian Lyne aslında bunu hep yapıyor.. ihanet edenler ya da aklından geçirenler için çektiği ikinci korku filmi bu aslında.. ilki; ''Öldüren Cazibe''
Öldüren Cazibe'de aldatan erkeğin başına gelebilecekler konusunda gözümüzü bir güzel korkuyor.. Sadakatsiz'de ise sıra kadınlarda..

can alıcı sahne;
Rüzgarlı bir gün.. sokakta iflah olmaz hayta yakışıklı ile tesadüfi tanışma.. daha doğrusu çarpışma.. dizlerinin yaralanması.. tedavi için eve davet (oliver da az çakal diil ha!) mantoyu çıkartırkenki ilk sıcak temasın baş döndürücü etkisi..
evde ütü bulaşık, çocuğun ödevleri.. burada fransız aşık..
peki ya paradoks nerede; Connie kalsa eşine ihanet edecektir, giderse kendine..
kalır..
Ömer hayyam gelir bu noktada akıllara; ''bu senin hayatın''.. Connie kendi hayatını seçer, bi anlık da olsa..
''hata yaptım'' diye düşünür.. şeytan'ın cevabı hazırdır; ''hata diye bir şey yoktur, yaptığın ya da yapmadığın şeyler vardır..''
Dönüş treninde gözleri çok şey anlatır Connie'nin.. hem şehvet vardır gözlerinde hem de suçluluk..

Sadakatsiz, cazibesine kapıldığımız ''o an''ın, cehennemin (ki tartışılır bu) giriş kapısı olduğunu anlatıyor bize..
Richard Gere burada rahip rolünde bana göre, karısının içine girmiş şeytanı çıkartmakla görevli rahip..
Tüm suçlu Oliver oluyor sonunda.. Recm ediliyor koca tarafından..
ailesine her şeyini vermiş bir adam olan Richard burada yüceltiliyor.. aşkın büyüsüne kapılmış ve ''an''a kendilerini bırakmış olan tutkulu çift yeriliyor.. kısacası bu filmde ''KADIN'' harcanıyor..

Öyle ki filmin sonuna ustaca yerleştirilmiş pişmanlık sahnesi; Connie daha ilk tanışmada 'serseri'ye kapılmayıp taksiyle eve döndüğünü hayal ediyor..

peki ne mi oldu? erkek yönetmen ihaneti anlamak, aileyi sorgulamak gibi tehlikeli sulara girmeyip, meseleyi kadının şehvet tutkusuna ingirgedi ve filmi ''nefsinize kapılmayın, sonunuz feci olur..'' uyarısıyla bitirdi.. bense serserinin ardından Ömer Hayyam okudum;


''Hayyam, şarap iç, sarhoş olmak ne hoş..
Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş,
Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
Yok say kendini, var olmak ne hoş!''


Tanrı'm, bize iki çay lütfen!..

başlığa bakıp da bu kız ne kadar da saçmalıyor, demeyin lütfen.. önce bir okuyalım.. acayip hoşunuza gidecek.. eminim.. benim gitti çünkü..


tanrı nedir, ne değildir, soruları yıllardır benim de kafamı kurcalar durur.. ama okuduğum bir kitaptaki tanrı tanımlamasından sonra artık ''evet, tanrı tam da budur!..'' diyebildiğim için içim rahat dostumlarım.. (meraklısına kitabımız; Mike Dooley - LOST)


  Tanrı evren'i yarattıktan sonra, son derece mutlu bir şekilde yaratımını seyrediyordu. .Sonsuz bir boşluk, uçsuz bucaksız bir evren.. İstediği zaman istediği yerde olabilir, istediği gibi Evren'i küçültüp büyütebilirdi.. Zaman denilen kavramıda henüz yaramadığı için, sonsuzdan gelip sonsuza gidiyordu.. Derken bir gün, bunu ne kadar sıkıcı olduğunu fark etti ve biraz daha 'değişik şartlar' yaratmak istedi.. Kendi gücünü, yaratıcı gücünü tekrar tekrar fark edebilmesi, bu OYUNU daha keyifli bir hale getirecekti..

 (sakın şaşırmayın, bilgisayar oyunu oynarken yaptığımız hiç de bundan farklı birşey değil.. Bir bölümü bitirip hemen daha zor olan diğerine atlamak, oyunu en keyifli kılan şeydir..) oyunu daha keyifli bir hale getirebilmek için kendine ilk yarattığı engel, gezegenler oldu.. Böylece koca boşluk içinde ilk defa 'madde' var olmuştu.. büyük bir zevkle yarattığı gezegenlere bakmaya devam ederken, bir şeyi fark etti.. Bu gezegenlerin üzerinde olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordu.. Yukarı yıldızlara bakmanın, nefes almanın, var olmanın ne olduğunu hala deneyimlememişti.. Gezegenlerin üzerinde var olabilecek canlıları yaratmaya başladı, AMA BİR EKSİK VARDI.. hala yalnızca dışardan bakan bir gözlemciydi.. Kendini, yarattığı her canlı varlığın içine yerleştirdi.. işte bu YAŞAM denilen deneyimi tam olarak anlayabilmek için küçücük bir değişiklik yaptı: Her doğan canlının içine kendini yerleştirdi, ama onların bunu unutmasını sağladı.. Böylece tanrı olarak -tanrı olduğunu bilmeden - hayatı bire bir deneyimleme fırsatı yaratmış oldu.. Yarattıığı canlıların aslında neden yapılmış olduklarını unutmalarını sağladı ama aynı zamanda bu canlıların, tekrar ne olduklarını hatırlayabilmelerine de izin verdi.. İLK olarak, bütün güçlerini içimize yerleştirdi.. İKİNCİ olarak da elimize,bize bu yolculukta yardımcı olabilecek en güzel haritayı verdi: DUYGULARIMIZ..


İşte bugün Tanrı, var olmanın, yaşamanın, zaman ve mekan gibi engellerle birlikte yoğrulmanın ne demek olduğunu bizim sayemizde deneyimliyor.. ağlamak, gülmek, uyumak, sevişmek... bütün bunları bizim sayemizde deneyimliyor.. iş bu durumdan dolayı sanıyorum aşk ve sevişmek kavramları için ''tanrısal duygu/durumlar'' diyoruz... (yani en azından ben öyle diyorum) 


tanrıça olduğumu kabullendiğim yağmurlu bir ankara günü, haziran/2011 

15 Haziran 2011 Çarşamba

çoğoşbuldum!

yupi!! sonunda ben de bir blog sahibi oldum.. (olmayı başardım diyelim..) böyle saçmasapan bir giriş yaparak aslında blogcu kimliğine zerre uymadığımı da itinayla göstermiş oldum sevgili dostumlarım.. amma velakin şu hayatta azmedip de başaramadığım bir şey olmadığı için, bu işi de layıkıyla kıvıracağımı çok iyi biliyorum.. (lan! bi dakka ben hiçbir şeye azmetmedim ki henüz!.. hmm blog açayım derken hayatımda bir çığır açtım ve, azimsiz bir insan olduğum gerçeğiyle yüzleştim... ben bir ölüp geliyorum..)