28 Haziran 2011 Salı

şirinlik muskası



aynen böyleydi benim annem de.. çok iyiydi benim annem be..

"annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi.
güneşe ulaşamazdık belki ama,
hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi..." doğru demiş Hurston..

20 Haziran 2011 Pazartesi

Sleepless Nights



Eddie Vedder'ın ikinci solo albümü  Ukulele Songs'da muhteşem ötesi bir şekilde yorumladığı harkulade bir şarkı..
''İnsomniaya meyyalim vallahi dertten..''

http://www.youtube.com/watch?v=z9wCfAg3l5E

la vita è un gioco

Benim tuhaf bir inancım var.. (aslında anlattığım insanlar tuhaf olduğunu düşünüyor, bana göre salt gerçek..)
Birilerinin benimle ''hayat'' denen bir oyun oynadığını düşünüyorum.. Bence her şey bu yanılsama için özel olarak hazırlanmış.. Mesela bana gösterilenden tamamen başka bir dış dünya var.. Pencereden bakınca dışarıda gördüklerimin, perdeyi çektiğim andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındayım.. Sanki ''yukarıdakiler'' benimle oynamak için ''dışarı''yı böyle şekillendirdiler.. Ben perdeyi çekince de kıs kıs gülüyorlar..

Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyorum, benimle oyun oynayanları faka bastırmak istiyorum belki de, kim bilir..


Bütün bunların saçmalık ya da komik olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.. Ama karşı çıkmaya çalışmayın bence, Ne biliyorsunuz ki; aynı oyunu sizinle de oynuyorlar!..

Tıpkı ''la vita e bella'' filmindeki başroldeki çocuk gibiyiz hepimiz aslında..
Savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü anlatır bu film.. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için her şeyi bir oyun gibi sunuyor.. Çocuk oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank için bütün bu acılara göğüs geriyor.. Çok orijinal ve samimi bir senaryosu vardır bu filmin.. İçinde siyaset, dram, aşk, şiddet, gerilim vs. birçok konsept barındıran bu film hayatın aslında tam da benim anlatmak istediğim gibi bir oyundan ibaret olduğunu bir çocuk ve baba gözünden öyle güzel anlatır ki nutkunuz tutulur.. Roberto Benigni'nin olağanüstü bir adam olduğunu da gözler önüne serer bu başyapıt!..

Henüz çocuk sahibi olmayanlar için de hayat simülasyonu gibi bu film aslında.. Bir çocuğa, henüz büyüyüp insanlıktan çıkmamış bir insan evladına büyüklerin kin, nefret, zulüm ve ölümle dolu dünyalarını anlatmanın, anlatmak zorunda kalmanın ağırlığını, acısını en derin biçimde hissettiren sinema başyapıtı bu.. Anne baba olmadan bunun ne demek olduğunu anlamak gerçekten çok zor gibi görünüyor tabii.. İşte bu filmde kendinizi babanın yerine koyuyorsunuz, bir çocuğu korumanın aslında ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz..

Hayata gülmeyi öğrenmem de bu filmin etkisi büyüktür.. Aldığım en büyük derslerden biridir.. Hayat bir ''oyun''dur.. ve bizler de kandırılmış küçük çocuklar.. hem de kandırıldığımızın farkında olan.. Zaman ilaç, unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazılıyor hanemize.. En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlar..
Kaçacak, başka neresi var ki?..
Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız ne var ki başka?.. Tek gücümüz; düş gücü..

Filmin ilk sahnesinde de dendiği gibi;
"bu aslında basit bir hikâye ama anlatması pek de kolay değil. tıpkı masallardaki gibi hüzünlü ve masallardaki gibi mutluluk ve harikalarla dolu..."

16 Haziran 2011 Perşembe

duygusal paradoks

harikulade bir ev.. piyanonun üstünde on bir yıllık ideal bir evliliğin sadakat fotoğrafları.. yakışıklı ve anlayışlı bir eş.. sekiz-dokuz yaşlarında bir çocuk.. e tabii bir de köpek.. tenis dersleri vs. vs. vs..
soruyor yönetmen; ''bir kadın daha ne ister?''
Unfaithful filmi bu soruyu kadınlara soruyor, daha filmin ilk dakikalarında.. cevabı ise son sahnesinde..
hem de öyle bir soruyor ki bu soruyu, seyreden kadınlar başroldeki Connie'nin yerinde olmaya can atsın diye, koca rolünü; ''Richard Gere''e veriyor.. Connie tüm bunları, bu muhteşem hayatı riske atıp o canım adamı aldatıyor.. hem de iflah olmaz bir serseri ile; Olivier Martinez.. (bana sorarsanız aldatmakta haklı! -ooo ayşe, neler diyosun?- ehi..)

Adrian Lyne aslında bunu hep yapıyor.. ihanet edenler ya da aklından geçirenler için çektiği ikinci korku filmi bu aslında.. ilki; ''Öldüren Cazibe''
Öldüren Cazibe'de aldatan erkeğin başına gelebilecekler konusunda gözümüzü bir güzel korkuyor.. Sadakatsiz'de ise sıra kadınlarda..

can alıcı sahne;
Rüzgarlı bir gün.. sokakta iflah olmaz hayta yakışıklı ile tesadüfi tanışma.. daha doğrusu çarpışma.. dizlerinin yaralanması.. tedavi için eve davet (oliver da az çakal diil ha!) mantoyu çıkartırkenki ilk sıcak temasın baş döndürücü etkisi..
evde ütü bulaşık, çocuğun ödevleri.. burada fransız aşık..
peki ya paradoks nerede; Connie kalsa eşine ihanet edecektir, giderse kendine..
kalır..
Ömer hayyam gelir bu noktada akıllara; ''bu senin hayatın''.. Connie kendi hayatını seçer, bi anlık da olsa..
''hata yaptım'' diye düşünür.. şeytan'ın cevabı hazırdır; ''hata diye bir şey yoktur, yaptığın ya da yapmadığın şeyler vardır..''
Dönüş treninde gözleri çok şey anlatır Connie'nin.. hem şehvet vardır gözlerinde hem de suçluluk..

Sadakatsiz, cazibesine kapıldığımız ''o an''ın, cehennemin (ki tartışılır bu) giriş kapısı olduğunu anlatıyor bize..
Richard Gere burada rahip rolünde bana göre, karısının içine girmiş şeytanı çıkartmakla görevli rahip..
Tüm suçlu Oliver oluyor sonunda.. Recm ediliyor koca tarafından..
ailesine her şeyini vermiş bir adam olan Richard burada yüceltiliyor.. aşkın büyüsüne kapılmış ve ''an''a kendilerini bırakmış olan tutkulu çift yeriliyor.. kısacası bu filmde ''KADIN'' harcanıyor..

Öyle ki filmin sonuna ustaca yerleştirilmiş pişmanlık sahnesi; Connie daha ilk tanışmada 'serseri'ye kapılmayıp taksiyle eve döndüğünü hayal ediyor..

peki ne mi oldu? erkek yönetmen ihaneti anlamak, aileyi sorgulamak gibi tehlikeli sulara girmeyip, meseleyi kadının şehvet tutkusuna ingirgedi ve filmi ''nefsinize kapılmayın, sonunuz feci olur..'' uyarısıyla bitirdi.. bense serserinin ardından Ömer Hayyam okudum;


''Hayyam, şarap iç, sarhoş olmak ne hoş..
Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş,
Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
Yok say kendini, var olmak ne hoş!''


Tanrı'm, bize iki çay lütfen!..

başlığa bakıp da bu kız ne kadar da saçmalıyor, demeyin lütfen.. önce bir okuyalım.. acayip hoşunuza gidecek.. eminim.. benim gitti çünkü..


tanrı nedir, ne değildir, soruları yıllardır benim de kafamı kurcalar durur.. ama okuduğum bir kitaptaki tanrı tanımlamasından sonra artık ''evet, tanrı tam da budur!..'' diyebildiğim için içim rahat dostumlarım.. (meraklısına kitabımız; Mike Dooley - LOST)


  Tanrı evren'i yarattıktan sonra, son derece mutlu bir şekilde yaratımını seyrediyordu. .Sonsuz bir boşluk, uçsuz bucaksız bir evren.. İstediği zaman istediği yerde olabilir, istediği gibi Evren'i küçültüp büyütebilirdi.. Zaman denilen kavramıda henüz yaramadığı için, sonsuzdan gelip sonsuza gidiyordu.. Derken bir gün, bunu ne kadar sıkıcı olduğunu fark etti ve biraz daha 'değişik şartlar' yaratmak istedi.. Kendi gücünü, yaratıcı gücünü tekrar tekrar fark edebilmesi, bu OYUNU daha keyifli bir hale getirecekti..

 (sakın şaşırmayın, bilgisayar oyunu oynarken yaptığımız hiç de bundan farklı birşey değil.. Bir bölümü bitirip hemen daha zor olan diğerine atlamak, oyunu en keyifli kılan şeydir..) oyunu daha keyifli bir hale getirebilmek için kendine ilk yarattığı engel, gezegenler oldu.. Böylece koca boşluk içinde ilk defa 'madde' var olmuştu.. büyük bir zevkle yarattığı gezegenlere bakmaya devam ederken, bir şeyi fark etti.. Bu gezegenlerin üzerinde olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordu.. Yukarı yıldızlara bakmanın, nefes almanın, var olmanın ne olduğunu hala deneyimlememişti.. Gezegenlerin üzerinde var olabilecek canlıları yaratmaya başladı, AMA BİR EKSİK VARDI.. hala yalnızca dışardan bakan bir gözlemciydi.. Kendini, yarattığı her canlı varlığın içine yerleştirdi.. işte bu YAŞAM denilen deneyimi tam olarak anlayabilmek için küçücük bir değişiklik yaptı: Her doğan canlının içine kendini yerleştirdi, ama onların bunu unutmasını sağladı.. Böylece tanrı olarak -tanrı olduğunu bilmeden - hayatı bire bir deneyimleme fırsatı yaratmış oldu.. Yarattıığı canlıların aslında neden yapılmış olduklarını unutmalarını sağladı ama aynı zamanda bu canlıların, tekrar ne olduklarını hatırlayabilmelerine de izin verdi.. İLK olarak, bütün güçlerini içimize yerleştirdi.. İKİNCİ olarak da elimize,bize bu yolculukta yardımcı olabilecek en güzel haritayı verdi: DUYGULARIMIZ..


İşte bugün Tanrı, var olmanın, yaşamanın, zaman ve mekan gibi engellerle birlikte yoğrulmanın ne demek olduğunu bizim sayemizde deneyimliyor.. ağlamak, gülmek, uyumak, sevişmek... bütün bunları bizim sayemizde deneyimliyor.. iş bu durumdan dolayı sanıyorum aşk ve sevişmek kavramları için ''tanrısal duygu/durumlar'' diyoruz... (yani en azından ben öyle diyorum) 


tanrıça olduğumu kabullendiğim yağmurlu bir ankara günü, haziran/2011 

15 Haziran 2011 Çarşamba

çoğoşbuldum!

yupi!! sonunda ben de bir blog sahibi oldum.. (olmayı başardım diyelim..) böyle saçmasapan bir giriş yaparak aslında blogcu kimliğine zerre uymadığımı da itinayla göstermiş oldum sevgili dostumlarım.. amma velakin şu hayatta azmedip de başaramadığım bir şey olmadığı için, bu işi de layıkıyla kıvıracağımı çok iyi biliyorum.. (lan! bi dakka ben hiçbir şeye azmetmedim ki henüz!.. hmm blog açayım derken hayatımda bir çığır açtım ve, azimsiz bir insan olduğum gerçeğiyle yüzleştim... ben bir ölüp geliyorum..)