23 Ocak 2014 Perşembe

Gerçek Nedir

Gerçek nedir?
Roma hükümdarı Pontus Pilatiuas'a ait olan ve İsa'yı çarmıha gönderen hani şu meşhur soru; gerçek nedir?

Gerçek sert bir tanrıçadır.
Gerçek, gördüğümdür diyemem, görmemiş olabilirim. Hissettiğim hiç diyemem çünkü sadece ben hissetmiş olabilirim. Bildiğim asla değil diyebilirim, çünkü gerçek bilmek isteyip bilmediğimdir.

Gerçek; dışsal bir iradenin buyruğunca, gönlümüzce yaşayamadığımızdır.

Gerçek; birlikte yaşaması zor olandır; çivili yataktır.

Kırmızı bir nesneyi oda ışığında incelediğinizi düşünün, gerçekten kırmızı mı? odanın ışığı mavi olsa peki? onun mor olduğunu söylemeyecek miydiniz? ya tümden ışıklar karartıldığında; nesnenin şeklini elinle hissettin de peki ya rengi?

Gerçek; kainattaki tüm yalanların integralidir. Gerçeğin düşmanı yalanlar değil, inançlardır.

Sevişmelerin taklitleri olabilir ama sarılışların asla. sahici bir sarılma tüm orgazmların üstündedir.

Gerçek; kedi gibidir, götürüp çok uzağa bıraksan bile ertesi gün kapında bulursun.

Gerçek; fahişedir, her şakanın altında yatar.

Gerçek; şu anda klavye üzerinde gezinen hep aynı kalacağını sandığım  ellerimin, birgün kurtçuklar tarafından yenilecek, bakteriler tarafından ayrıştırılacak olmasıdır.

Mutlak gerçeğe sadece deliler, sarhoşlar ve çocuklar ulaşırlar, çünkü sadece onlar kendi gerçeklerini yaratma cesaretine sahiptirler.

bana bir yalan ver bir ömür inanayım. gerçek mutlu etmez...

21 Ocak 2014 Salı

bir umuttur yaşatan kediyi

- bu kedi niye bana böyle garip bakıyor Sebastiane?
+sizi hem fare hem köpek sanıyor efendim.
- nasıl yani?
+yani hem yaşıyor, hem ölü efendim.
- peki benim bir insan olduğum gerçeği ne olacak Sebastiane?
+ bu pek onu ilgilendirmiyor efendim, çünkü gerçeklerle sadece insanlar ilgilenir.
- peki sen olsan hangi varsayım ile uğraşırsın Sebastiane?
+ varsayım mı efendim?!
- evet, yani benim bir fare ya da köpek olmam mı, yoksa kedinin ölü ya da diri olması mı?
+ben sadece basit bir uşağım efendim.
- ben de en az senin kadar basit bir adamım Sebastiane hadi cevapla sorumu.
+eğer kedi olsaydım elbette kendi varsayımlarım ile uğraşırdım. ama insan olduğuma göre...
- ...gerçeklerin doğurduğu varsayımlarla ilgilenirsin.
+evet kesinlikle efendim.
- ama bazen bir kedi bile gerçekleri saklıyor bizden Sebastiane, buna ne dersin?
+ kedinin gözlerinden bakamadığımız müddetçe ne gördüğünü asla bilemeyeceğiz efendim.
- o zaman ben hem fareyim hem de köpek, ve bu da varsaydığımız gerçek!?.
+ kedi şu anda size baktığına göre, evet öyle efendim...




19 Ocak 2014 Pazar

trajikalemin

Siz hiç karanlıkta iyi göremediğiniz için yakıt deposunun tam dolup dolmadığını çakmak yakarak kontrol etme cesaretini kendinizde buldunuz mu?
şemsiyeleri ile dehşet saçan pirelli kadınları uygarlığında bu tip olaylar bize normal bıradırım şaşırma.
toplum olarak şemsiye taşıma bilincinde değiliz mesela yolun ortasında şemsiye ile ani duruş yapan onlarca insan var, aylarca, yağmurunun bir tek gün eksik olmadığı london yöresinde düşes olarak yaşadım sokakta insandan çok şemsiye vardı ve fakat bir millet bu kadar mı usta olur bu aletin kullanımında, göte giren şemsiyeyi bile açabiliyorlar o derece diyorum sana.
ekonomist bir insan evladı olarak güzel sanatlar eğitimi almaya gittiğim ingiltere'nin zenginliğinin nedenini buldum ben o sürede, kişi başına düşen milli gelir artsın diye zamanında çok kişi intihar etmiş britiş ellerinde. yeminle bak! altruizm konusunda aşmış insanlar, ''başkaları mutlu olacaksa kendine zarar vereceksin'' mantığı ile hümanizmde çığır açıp, intihar akımının da ebesinin tenasül uzvundan binlerce kobay geçmiş. eh insan azalınca da pastadan daha fazla pay düşmüş. yok öyle sömürme falan, empati var adamlarda, parkta yayılmış resmimi yaparken, ''sanatçıya hizmet zevktir'' deyip, iki bira getiren yetmiş küsür yaşlarındaki amcayı unutmam mümkün mü!
altruizmi türk insanına öğretmeye kalksan, otobüste yaşlı kadına yer edinmek için hamile kalan genç kadınlar peydah olur ülkede!
yunanistan'da geçirdiğim hepi topu bir haftacık tatilimde bir opera fanatiği ile operaya gitmiştim birgün, detone olup aryayı katleden tenora locadan ana-avrat sövmüştü kendisi, san-AT aşkına bak adamlardaki! gerçi daha bunlar ekonomik olarak dick'i tutmamışlardı o ara ondandı bu aristokratik faşizm.
panik atak geçirdiğini sanıp panik atak geçiren bir insan olarak çok da şaşırmamıştım bu operatik manyağa ama, gecenin ilerleyen sarhoş olmalı ve çene düşmeli kısmında türklüğüm tutmuştu ve ''biz yunan'ı atlantis'i bulsun diye döktük izmir'den denize birader'' dememle ve ardından etrafı çevreleyen milyor tane  Yunan arkadaşla olası 9 eylül rövanşını bir anda onları övmeye başlayarak önledim! türkler sizin bokunuzu yesin kıvamına geldiğimde zaten canciğer mumbar dolması olmuştuk hepsiyle.

annemin vefatından birkaç gün sonra amerika'dan gelen kuzenim, ''teyzemin son halini bi göreyim ne zamandır görmüyorum demişti''
cep telefonundan ablamın gösterdiği fotoğraf sonrası çocuğun beti benzi attı ve deli gibi ağlamaya başladı, la noluyoo bu kadar mı seviyodu teyzesini, ay kıyamam ya, derken bayıldı çocuk! ablamın elindeki kare ise, annemin morgdaki fotoğrafıydı, ''ya son hali deyince ne bileyim ben, son işte ya son hali bu, bunu istemişti'' hahahhah uzaklarda aramam çünkü hep evin içinde trajikomiklik!
ee evren hali bu, mars'a bile giderken cüzdanına prezervatif koyacaksın arkadaş! sakata gelme. öperim siyu.

16 Ocak 2014 Perşembe

tanrı yoksa her şey mübahtır

annemin 9. ölüm yıl dönümünde birine aşık oldum ben, olur öyle bazen, üst üste gelir işte.
anlatıla anlatıla eskimiş bir hikayeydi o ölüm, onu anlattığımda yine ''annene içiyorum bu akşam'' dedi güldü, hep gülüyor, gülmek en çok ona yakışıyor, sakalından belli olmuyor ama içine gömülesi bir gamzesi var. kimse görmüyor ben görüyorum. 
dışarıda kahve içmekten hiç haz etmem evde de içmem, ben zaten kahve içmem, içtiği her kahveye ortak oluyorum ama sonuçta o kahveyi mutluluk içinde içiyoruz, kahve bana kötü gün içkisi gibi gelirdi, değilmiş. iki kahve alıyor ama ben yine de onunkinden içiyorum. 
raskolnikov ''“tanrı yoksa her şey mubahtır. hiçbir şeyden sorumlu değilim....  tanrı yoksa kim ne diyebilir? kendi dünyamı kurmak zorundayım.” dediğinden beri umutsuzca inanmaya çabaladım, ya bir tanrı yaratmalı ya da bir dünya kurmalıydım. kurduğum dünyalar halihazırda üstünde yaşadığımdan daha iyi değildi, vazgeçtim. içinde çok güzel konuşurum da bir türlü konuya giremem ben, konuya o kadar güzel giremem ki konu unutulur da o anki halim yeni bir konu haline gelir, derdimi anlatabilecek kadar ağlarım bir de, ağladım da o akşam o öptü ben ağladım, laf aramızda çok güzel öpüyor. 

15 Ocak 2014 Çarşamba

işin özünde yalnızlık var

varoluşsal yalnızlık:

hep unutmaya çalıştığımız, bırakıp gittiğimiz, bir çocuğun varacağı yere doğru seke seke uzaklaşması gibi her defasında en saf halimizle, kana kana kendisinden uzaklaştığımız, bir ihtiyarın ölüme ağır ve emin adımlarla yaklaşması gibi en nihayetinde içine düşüp kaldığımız acı gerçeğimiz. 
ilk ve en büyük inkarımız. 

iş , aile , okul , sevgili , bok püsür.... kısaca tüm çabamız bu gerçeği unutmak içindir. 

çünkü insan kendine maruz kalmak istemez.

ilk ezberimiz. 
biz ezber bozmaya çalışıyoruz. bozabilsek! yapabilsek! en azından denesek!

aynı anda hiç ve her şey olabilme potansiyelini taşıdığına inanma halinin vuku bulduğu bünyenin hissettikleri. ben dünyanın kralıyım ve aynı zamanda dünyanın en zavallı aciz insanıyım. ben bu gizemli büyüyü bozarım. bi bok yaptığın yok, hiçbir şeye karşı duyduğun sorumluluk, eylemden kaçmak seni potansiyel olarak her şey olduğuna inandırabilir. asgari ihtiyaçlarını karşılamak için yapmak zorunda olduğun eylemden bahsetmiyorum. emeğine zaten yabancısın ona yapabileceğin bireysel bir müdahale pasif bir direnişten öteye geçemez, sonuç kişisel tatmin olabilir en fazla. bu somut bir kazanım olmayacağı için sen başarısızlık olarak göreceksin bunu. köşene çekil aman diyeyim başarısız olmaktansa potansiyel kral olarak kal sen. çabalamak senin yüce benliğine aykırı çünkü. otur boş zamanlarında varoluşçu kitaplar oku, bokunu çıkarana kadar oku. oku yani anca oku yat kalk oku o kitapları.
"var olmak ağır iş, başka iş istemem." diyerek var olan sıkıntının özünü belirtmiştir ünlü türk düşünürü ferhan şensoy''
e ne yapayım? varoluş zaten ağır yük diye sen diyorsun, bak ferhan da diyor ne yapayım da varoluşu anlamsız ya da anlamlı kılayım, diye soruyorsan senin ben evine ateşler salayım! kaç yaşına geldin daha bulamadın mı buna cevap!
üzülme ben de bulamadım.
fakülteyi kazanıp da hazırlığa başladığım o eylül benim için varoluş sebebi belliydi; aşk, seks, alkol, iron maiden ha bi de kısa camel. nefisti biliyor musun her şey, ha seks yoktu henüz, hazır olacağım bla bla, özel olacak diye oyalıyorduk manitayı ya da kendimizi. ilk seferi hep bok gibi olmuştur her kadın için. neyse geç bu konuyu hahahah saçmalık lan ilk seks... neyse ne diyordum süperdi hayat. yepyeni arkadaşlar falan ediniyordum. 18'e girmiştim nefist o dönem. ara tatilde annemi kaybedince varoluşumu bir sikti hayat altı ay toparlayamadım...
atlatıldı yeniden gülündü. ben zaten gülmeden on dakika bile duramam ki annemden almışım bunu. bence anneannemin elbisesi cenazede yırtıldığında tabuttan en çok o gülmüştür eminim. neye inanıyorsam annemle birlikte gömdüm ben toprağa, 27 yaşına kadar da inanacağım bir şey, bir biçim, biri çıkmamıştı karşıma. şu içerde uyuyan adama 19 ocak günü aşık olunca inandığım her ne varsa çıkardım topraktan. 
douglas adams'ın her, otostopçunun galaksi rehberi'nde cevabini 42 olarak verdiği soruya benim cevabım ''tufan'' bir senedir. al sana enfes varoluş sebebi. evde rakı yapacak bu adam, polisi arayıp ''kocam evde sahte rakı yapıyor'' diye bir şaka yaparsam önce polisi döver sonra saatlerce benimle bu duruma güler. kızmıyor hiç. hiçbir şeye kızmıyor, hep gülüyor. çok güzel gülüyor... 
hayat, iki kişinin karşılıklı gelip, beş aşağı beş yukarı birbirlerinin anlayacağı hikayeler anlatmalarından ibarettir bence. o daha çok anlatıyor. ben çok gülüyorum. böyle bir varoluşa o kadar çok şükrediyorum ki korkarım tanrı'ya bile inanacağım.
hayatın kendi tabiatı gereği içerdiği bir anlam yok. yaşam bir anlam arayışı olmadı geçmişte, gelecekte de olacağını sanmıyorum. 
bir su damlasının duvardan akmasının nasıl bir anlamı varsa hayatın da belki öyle bir anlamı vardır tabi. bu sizi tatmin ediyorsa sevişin, koklaşın, yemek yiyin, uyuyun, sıçın. mutlu öleceğinizi ya da mutluluğun iyi bir şey oldugunu sanmayın ama. mutluluk sadece yaşamın yöntemlerinden biridir. atılan çubuğu geri getiren bir köpeğe verilen ödül gibi. yok bu bana yetmez diyorsanız herhangi bir şeyi hayatınızın anlamı olarak seçip, tüm varlığınızı ona harcamanızda hiç bir sakınca yoktur.

annem ilk defa araba kullandığında yoldaki bir hödüğe ''annesi kötü kadınların çalıştığı yerde çalışan kadının çocuğu'' demişti, hahahah ne ne ne, diyen üstüne giden babam hala bunu anlatıp gülüyor. varoluşunu tek bir anıya bağladı bence. 
sikinin doğrultusuna git arkadaşım, o kadar nefis ve varoluş sancısıyla harcanamayacak kadar kısa ki bu hayat. paşa gönlünün kriterlerine göre yaşa. ha sikin eğriyse etrafında döner durursun onu da kat hesaba da. ahahah lan öyle bir porno yıldızı adam var. kadınlar sevişemiyor bu herifle hah bak yine seks denince sapıyorum konudan. seks nefis bir varoluş sebebi. büyütmeye gerek yok yalnızca. büyütünce kadınların götü kalkıyor erkekler mutsuz oluyor. 


"her seçiş, bir vazgeçiştir!"
- jean paul sartre -

"dünya tersine dönse vazgeçmem!"
- müslüm gürses -


(bazen sen bazen siz demişim okuyucuya, lan ben belki de kimse okumuyordur diye sizi seni karıştırdım ahahaha milyorlara sesleniyorum, öperim nefis kalın)

10 Mayıs 2013 Cuma

çok uzun zaman oldu, bin yıl kadar bence. alıştığım söylenemez, özledim sesini. gözlerim doluyor bazen, e kolay değil özlüyorum geçmişi. fotoğraflar renkli hala, hatıralar çok canlı, unutmadım güldüğünde gözlerinin nasıl parladığını.

Beyaz sabunun tenindeki kokusunu ve kömür karası saçlarından gelen o tarifsiz esintiyi bir hırkada ve yastıkta hissetmeye çalışmak bilsen ne kadar acınası. kaçar her yerden, durmaz hiçbir yerde anne ölünce çocuk, çocuk ölünce anne diyor şair. sen kaçtın, senden sonra ben... artık kaçmıyorum ama kabullendim. normalleşti... yüzünü de sesini de unuttum. dokuz yaşındayken elimden tutup arkadaşlarımla sinemaya götürdün ''sen bizimle oturma olur mu'' dediğimde nasıl gülümsedin, şimdi neler verirdim birlikte sinemaya gidebilmek için. kullanmayı en çok özlediğim hitap şekli ''anne'' oldu.
yüzyıllık bir boşluk var şimdi aramızda, iki kolumun arasını hiçbir bedenin tam anlamıyla dolduramadığı bir boşluk. sürekli form değiştiren bu boşlukta asılıyım 10 yıldır. zor ama üstesinden geliyorum bir süredir. anne kokusundan, anne gülüşünden, anne merhametinden mahrum kalmak can yakıyor ama. senden önce diyalektiğe inanırken şimdi rüyalara anlam yüklüyorum, ölüm sonrası hayata bile inanır oldum, şaka gibi di mi?

Yasın yavaş yavaş çalışarak acıyı sildiği söylenir; ben buna inanamadım, inanamam; çünkü benim için zaman kayıp duygusunu yok eder (artık ağlamam), hepsi bu. ancak gerisi için her şey donup kalmıştı. çünkü yitirdiğim şey bir biçim (anne) değil, bir varlıktı; bir varlık da değil, bir nitelikti (bir ruhtu): zorunlu olan değil, yeri doldurulamaz olandı. anne'siz yaşayabilirdim (hepimizin er ya da geç yaptığı gibi); ama geriye kalan yaşam kesinlikle ve tümüyle iyileştirilemez (niteliksiz) olacaktı.

güzel bir senfonik eserdi annemin yaşamı,
birkaç bölüm sürdü ömrü hepi topu. onu hep bir beste gibi dinledim. 
her şarkı eksiktir aslında. her beste tamamlanamamış. her ömür kısa olduğu gibi. her yaşamın kısacık...
huzur içinde uyu. 


Arada dondurulmuş pizza falan alıp yiyoruz işte.   yemek yapmayı öğreneceğim merak etme.

http://www.youtube.com/watch?v=ILg_PN9DXU4&feature=share

25 Kasım 2012 Pazar

düş(d)ündü


Usulca kaybolmaya hazırlanan, bir kenarından kırılmış turuncu mehtabın yeryüzüne serptiği altın tozlarıyla bezenmiş ıhlamurların, güllerin, limonların arasında ateşböceklerinin kızıl çakıntılarla uçuştuğu mavimsi bir geceydi. Birden gökyüzünde yeşil bir adacık gördü, başlarda bunun bir gezegen olduğunu düşündü ama adım attığı anda kendini bu devasa ormanın içinde buldu, ağaçları, ara ara boşluklarda toprağın görünmesine rağmen müthiş bir yeşillikte rüzgarda savrulan çimenleri gördü. yüzlerce metre koştuktan sonra masmavi bir denizle karşılaştı, güngörmüş çınarların gölgesi suya vuruyor, sevecen bir meltemle kıpırdayan sularda dantelli oynaşmalar yaratıyordu, arada bir paslı, eskimiş şilepler geçiyordu. Gözü, sularda kıpırdayan bir ışık yansımasına takıldı, o ışık öylesine güçlü bir biçimde onu içine çekti ki, sanki her şey o anda gerçekliğini kaybetti. Bir tarih belirdi o anda durgunlaşan suda, annesinin toprağa verildiği 19 Ocak günü. Yumuşak nefti bulutlar suların üstüne kadar inmiş, ufuk çizgisini hemen yanına kadar taşımıştı, deniz durgun, küçük bir göl gibiydi, kıpırdamıyordu, birden, hayatının en talihsiz tarihini silmek için kendini suya bıraktı. Suyun içinde hızla kayboldu, hızla geçti köpükler üzerinden, yukarıya baktığında gördüğü geniş maviliğin ne kadar güzel olduğunu düşündü, bir Ankaralı olarak bir ayağı suda büyümemişti, yüzmeye de öteden beri pek ilgisi de olmamıştı..

‘’ yüzmek, çirkin bir çaba olduğunda, yılanı ağzından öperek yılanlaştığımızda, hayata ve denizin köpüğüne secde etmeye başladığımızda;
bir kez de boğulmayı denemeliyiz. dünyaya geliş anımıza dönebiliriz o vakit!
hiç değilse borçsuz ve temiz bir beden kalır ardımızda..’’

diye düşündü.. düş dündü.. dündü.. uyandı… huzurluydu.