7 Ocak 2012 Cumartesi

koku

''neden ben'' dedi....
aklına ilk gelen cümlenin bu olmasına şaşırdığını ise çok sonra fark edecekti.. hayatında ilk defa kullanmıştı bu cümleyi.. yaşadığı ilklerden biri de cümlesinden az önce başına gelen ayrılıktı.. ''neden susuyorsun?'', diye devam ettirdi şaşkınlığını genç kadın.. hiç alışkın değildi neredeyse yüzyıldır sevdiği bu adamın suskunluğuna.. anlatacak ne çok hikayesi var diye şaşırmıştı tanıştıklarında... biri bitiyor bir diğeri başlıyordu, aslında dinlemeyi daha çok sevdiğini konuşmaktan vazgeçtiği aşk dolu günlerde anlamıştı.. onun sesiyle uykuya dalıyordu, sesiyle her yeni güne uyanıyordu.. ''yüzüme bak'' dedi ''konuş lütfen sesine ihtiyacım var''.. gitme.. hıçkırıklarına karıştı isyanı.. ne tepki vermeliydi böyle bir durumda bilmiyordu aslında, hiç ayrılmamıştı ki daha önce.. bir iki kalp kırıklığı olmuştu ilk gençliğinde ama geride bırakan kendisiydi hep, terkedilenin ne hissedebileceğini bilmiyordu.. henüz... üzülmekten mi başlamalıydı, yoksa kızmalı mıydı önce, kestiremiyordu.. beyni bunlar arasında seçim yapmakla meşgulken, kalbi çoktan yolunu seçmişti; sızlıyordu.. hayatında ilk defa hissediyordu kalp ağrısını.. ne çok mutluluk görmüştü oysa; şu an karşısında neredeyse nefes almadan duran bu adamdı üstelik hepsini yaşatan.. neden şimdi böylesine büyük bir acıyı yaşatıyordu kendisine anlayamıyordu.. evet doğru duyguyu bulmuştu sonunda, tam da şu an yaşaması gereken şey; derin bir acıydı.. bedeni tümüyle acı çekiyordu.. ''peki ben ne yaparım şimdi sensiz?'' diye sordu.. adam yine cevap vermedi, kadın elini uzattı, tutmadı ilk defa adam.. buz gibiydi adamın eli kadın dokunduğunda, irkildi önce bu da bir ilkti.. sıcacık avuçlarına aşık olmuştu ilk dokunduğunda, gözlerine sonra, sonra sesine, sonra bedenine.. ilk hangisini özleyecekti acaba.. onu ilk defa parçalara ayırdı zihninde.. her bir parçasını beraber gitmeyi sevdikleri yerlere attı.. bundan sonra yalnız gittiğinde, oralarda ondan bir iz bulmak için.. adam hala susuyor, kadın ağlıyordu.. ayrılık hiç planlanmış bir şey değildi; oysa planladıkları ne çok şey vardı.. sürekli erteledikleri tatiller geldi kadının aklına.. sonra onu sevdiğini yeterince söylemediğini farketti.. ''seni seviyorum'' dedi kadın son kez, adam duymuyordu bile.. ilk kez bu sihirli sözleri söylediğinde ağlamıştı yine aynı adam sevinçten, ''ne çok bekledim seni'' demişti, sarılmışlardı.. şimdi bu tepkisizlik ne can yakıcıydı.. çıldırmak üzereydi, duyduğu ses kendine getirdi onu.. ''bu kadar yeter lütfen'', bir başka adamdan gelen bu ses, duymak istediği en son şeydi şimdi.. son kez baktı o'na; beyaz bir çarşaf örtülüydü bedeninde şimdi, zaten hiç yakıştırmamıştı beyazı, bin yıldır sevdiği bu adama.. ''gitme'' dedi yine ''lütfen gitme..'' ilk hangisini özleyeceğini anladı sonra; kokusuydu elbette..




(2010'da yazdığım minicik bir öykü)


6 Ocak 2012 Cuma

öte

Başaramadık...
Olmadı, değiştiremedik dünyayı...
son derece seksi ve alımlı gezegenimiz intiharı seçti... bitti mi her şey? bilmem, belki!.. ''yanlış yaşam doğru yaşanmaz'' demiş ya üstad onun gibi işte...
''dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştir'' diyorlardı hani bir ara, ilk kısmı umursamayanlar için kolay bu;
Saçını boyatırsın, başka şehre taşınırsın, yeni bir aşka bulanırsın, atlatırsın.
Ama ilkinin acısı ruhunda sızlıyorsa, ödevini yapmamış öğrenci hüznünde tüm gece uyuyamıyorsan, yerküreyi değiştirme çabası kendini dönüştürmenin bir parçasıysa, ''dünyanı değiştirme''nin bir tek yolu kalır:
Arabana biner, gaza basarsın bir uçurum kenarında... Kurt Cobain gibi, Jim Morrison gibi... Dünyanı değiştirmiş olursun...
Peki ya intiharla değiştiremiyorsan dünyanı? Ya saplanmışsan çamura ve gidemiyorsan hiçbir yere? meçhul bir istikbal uğruna bugününden vazgeçmek korkutuyorsa seni? ''bakın ben de varım ama korkuyorum'' diyorsa iç sesin susmak bilmeden!.. hayalkırıklıklarını göze alamıyorsan.. deliler ve cahillere bırakmışsan meydanı.. umutların için emniyetini feda edemiyorsan! kalıyorsan, susuyorsan, kaçamıyorsan, kaybediyorsan, vazgeçiyorsan... yani yaşamıyorsan... etrafına örülmüş esaret denen kozayı yırtma gücün yoksa...

Köprüleri yıkamıyorsan ama sen kararsızken de köprünün karşısından ışıl ışıl bir hayat umudu inatla gülümsüyorsa sana, bir elle bugünün yerleşikliğine tutunurken, öbürüyle yarının macerasına uzanmaya çalışıyorsan arada çırpınır durursun!...

hayal kurma... isteme hal böyleyken sende... bilme...
Çünkü orayı bilmemek, bilmekten iyidir,
Bilip de gidememek en beteridir...








zindan

Her şeye yeniden başlayabilmek ne güzel olurdu kim bilir?
öyle geçen yıldan, geçen yüzyıldan, bir başka tarih kesitinden değil ama... en baştan... yaradılıştan...

''Dünya ateşten bir toptu'' diye başlayan senaryoyu ilk satırından itibaren yeniden yazmak ve yazarkende ''kesin'' bellenmiş ne varsa hepsini yeniden aklın, mantığın, yüreğin tezgahından geçirmek; kainatın tüm sırlarını düğüm düğüm çözerek, sil baştan keşfe koyulmak ne büyük bir insanlık serüveni olurdu düşünsene?..

Her bir saniyesi insan aklının o acımasız sorgusunda düzeltile düzeltile baştan kalıbı dökülmüş koca bir tarihi, muhteşem bir halı dokur gibi ilmek ilmek yeniden örüp bir fizik kitabı netliğinde en baştan kaleme almak ve ömrümüzün geri kalanını o kitaptan alınan derslerle yaşamak nasıl güzel bir uygarlık yaratırdı?..

Oysa tarih, söylentiler, efsaneler ve boş inançlar üzerine kurulmuş sır dolu yaşlı bir tapınak gibi yorgun bugün... Tarih bugün can çekişiyor... inandığımız ne varsa hepsi son nefesinde bana göre, yıkılmaz dediğimiz kaleler en ufak bir rüzgarı bekliyor teslim olmak için...

Şimdi yaradılıştan başlasak yeniden, yarattığımız tüm bedenlere ilk olarak vicdan yüklesek, fazlasıyla hem de... ''sizin en güçlü tanığınız, en yumuşak yastığınız bu'dur'' desek vicdanlarını göstererek... cellatlarını tam kalplerinin orta yerine yerleştirsek... yeryüzünde geçerli olması gereken tek din de ''vicdan''dır desek...

Özgürleşsek, beynimizdeki devasa parangalarla yaşadığımız hayattan, örgütsüz, savruk ve yalnız yakalandığımız yaman bir tufanda, tek tek hapsedildiğimiz ve gönüllü bir esaretle mahkum edildiğimiz hücrelerimizden kurtulsak... merkezi bir kuleye bağlı düşünce polislerinin soluğunu her an üzerimizde hissetmekten, fikir gardiyanlarının üç kuruşluk tehditleriyle cebelleşmekten, ahlak zabıtalarının işgüzar tuzaklarını kollamaktan nasıl yorgun düştüğümüzün farkındayız hepimiz.... ama ihbarcılığı meslek edinmişlerin kurduğu sinsi bir pusuda kalleş bir iftirayla kim vurduya gitmemek için susuyoruz... beynimizi ve kalbimizi kör bir kuyuya hapsetmişiz düşünmüyor, görmüyor bana değmeyen yılan bin yaşasın diyoruz...

Ama bir çözebilsek zihnimizin zincirlerini, merkezi kuleyi zaptetmemiz hiç zaman almayacak. bir aşabilsek beynimizi, kalbimize koyduğumuz yasakları, bir daha hiç yasak olmayacak, özgürleşeceğiz...

İçinde korkak silüetler halinde gezinip durduğumuz bu koca zindanı beynimizden def edip, tutkunun ateşten yelelerine sımsıkı yapışarak dört nala koşsak... bir kurtulabilsek kendimizden...











4 Ocak 2012 Çarşamba

yüreğim ağzımda

bazı anlar var, dalga gibi... zamanın sakin ve telaşsız aktığı bu dalga boyunca saat sorulursa bozulurum mesela... çünkü metropol telaşlarından hayli uzakta bir başka hayat, midye kabuğunun arasından ışıldayan bir inci tanesi gibi gülümser bu dalga boyunda bana... bozulsun istemem..

yüzyıllık bir savaşın sadece çok ağır hava şartlarında mola veren yorgun askerlerinden biri gibi, akrep ve yelkovanın durduğu bu su başında bilançoya otururum...
acaba ne kadar yara aldım savaşta? ne kadarını gösteriyor? ne kadarını gizliyorum?
ne kadarı açık yaralarımın? ne kadarı iç kanamalarım?
peki ya zaferler çıkarabildim mi mağlubiyetlerimden?...
süresini ve yörüngesini bilmeden çıktığım bu yolculuğun neresindeyim acaba?
hep bir telaş içimde hissetiğim en yoğun duygu, geç kalınmışlık hissi çoğu şeye, henüz 26'ya yeni girmişken bile...
sanki, ben nerede değilsem gerçekleşen en güzel şeyler o olmadığım yerlerde gerçekleşiyormuş gibi...
peki ne kaldı geriye bunca telaştan?..
tüketmek için bunca acele ettiğim takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğim akreplere, yelkovanlara, içine gönüllü daldığım o insafsız rutin çarkına şöyle bir uzaktan baktığımda ne hissediyorum?
ne kadarı benim hayatım? ne kadarını başkaları yaşamış benim yerime? ya da ben başkalarının?
peki ya ''keşke yeniden yaşanabilse'' diye anımsadıklarım?
nedir bu zamansızlık?
doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğumda, söyleşecek, sevişecek kimse kalmazsa yanımda? özenle yarına sakladığım liralar ya vakti geldiği anda tedavülden kalkarsa?

bütün bunları düşünürken ''an'' bitiyor, saati soruyor yine biri...bazen uluorta bazen yapayalnız uçsuz bucaksız bir boşluğa akıyorum...
tarihte benzeri görülmemiş bir 'iç' isyanla zihnimin kilitleri çözülsün, beynimdeki kağıttan kuleler yıkılsın istiyorum... yıkılsın ki hayat ertelenmesin...