9 Eylül 2012 Pazar

özlediğim adam, ben ve nazım

biz üç kişiydik... şaka lan şaka epey romantik takılacağım bu yazıda durun!

'aşkın en sağlam sigortası mesafedir' şahane bir önsözdü adını hatırlamadığım bir aşk kitabında.
yıllar yılı özlemle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince,, özlemdir aşkın çimentosu, özlem aradan çekildi mi aşk, yatakta şehvetinden soyunmuş yatan çıplak bir beden kadar sıradanlaşır, ehlileşir, söner... belki de bu yüzdendir, aşkların en güzelinin mektuplara, şarkılara dökülmüş oluşu..
nazım hikmet'in hayatı bu tezin ispatı gibi..
nazım hep uzağındaki kadınları sevmiştir.
piraye ile 1935'te evlendi, ertesi yıl tutuklandı, adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı  bu kadınla 1950'de çıkana dek yazıştılar.
''seni nasıl seviyorum biliyor musun? ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, lenin'in inkılabı, ve inkılabın marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni nazım himet'in piraye'yi sevmesi gibi seviyorum.''

o mektuplardan birinde nazım, ''çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum'' diyordu, ve fakat öyle olmadı.. ot yağmura, ayna ışığa kavuşursa, o oldu.

alışıldı.

aşk bitti ve ayrıldılar.
nazım yeni bir aşktaydı çoktan, münevver... yine cezaevindeydi kör aşık.. sonra yurtdışına kaçtı nazım, esaret altına yeniden alınacağını hissedince.. yedi tepeli şehrinde bırakmıştı gonca gülünü.. sonra münevver'ine kavuşunca nazım aşk yine bitti.. nazım yine bir başka aşktaydı çünkü, 1959'da vera ile evlendi, 1963'de öldü...

piraye'ye yazdığı mektuplardan birinde, ''canım karıcığım. birbirimizden uzak olmak, birbirimize sokulamamak ne korkunç bir şey, fakat bu korkunçluğun ne tuhaf ne acı bir tadı var.''

bence nazım kadınlara değil de aşka aşıktı.. sevme fikrini seviyordu. ona aşkı anlatabilmek için vesileler, ilhamlar lazmdı., sevgiyi yaşamaktansa yazmayı sevdi nazım.

çok sevdiğim nazım'ı aklıma düşüren ise bugünlerde garip bir karıncalanma ile tüm bedenimde hissettiğim özlem. uzun zamandır benimle olduğunu bildiğim bu adamın özlemi içimi ısıtıyor. sabahlara saçlarımı okşayarak başlamasını, akşamları bütün işleri bir kenara koyup başbaşa kalmamızı, oynaşmamızı, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğümü, henüz hiç yaşamadan özlüyorum.. ama 'aslolan hayattır' diyen nazım'a inat ben yaşamayı seçiyorum, nesnesini istiyorum bu özlemin...





8 Eylül 2012 Cumartesi

moğol atlıları

çivit renkli bir göğün altında, masmavi bir denizin kenarındaki sımsıcak bir kumsalın üzerinde yükselen, rüzgarların aşındırdığı dik bir yamacın kenarında ayakta duruyordum. aniden, yalıyarınen tepesinde, binicileriyle birlikte koskoca üç savaş atı belirdi. hayvanlar da adamlar da eski zamanlardaki asyalı savaşçılar gibi giyinmişlerdi, ipekli sancakları, ponponları ve saçakları, tüyleri ve arma süsleri, güneşte pırıl pırıl parlayan muhteşem savaş gereçleri vardı. uçurumun kenarında bir anlık duraksamadan sonra savaş atları kendilerini boşluğa atarak gökyüzünde kumaşlardan, tüylerden ve sancaklardan geniş bir kavis çiziyorlar, o esnada yarı at yarı insan biçimindeki bu efsanevi varlığın cesareti karşısında benim nefesim kesiliyordu. bu bir intihar değil bir ritüeldi. bir yiğitlik ve maharet gösterisiydi. toprağa değmeden az evvel atlar boyunlarını öne eğerek tek omuzlarının üzerine düşüyorlar ve sonrasında dertop olup yuvarlanırlarken altın renkli bir toz bulutu kaldırıyorlardı. kalkan tozlar ve çıkan gürültü yatıştıktan sonra doru atlar, sırtlarındaki savaşçı binicileriyle birlikte, ağır çekim hareketlerle ayağa kalkarak kumsalın önünden dörtnala ufka doğru uzaklaştılar.

şaşkına döndüğüm bu pistorek karşısında nefes almadan duruyordum. yerlere kadar uzanan beyaz elbisem, çırılçıplak ayaklarım ve şimdikinin aksine belime kadar uzanan dalgalı saçlarım vardı. yüzümdeki şaşkınlığı ve gülümsemeyi uyandığımda da koruduğumu gördüm... hayatımda gördüğüm en güzel ikinci rüyaydı...

1 Eylül 2012 Cumartesi

bir ömrü hayal kurarak tüketme hakkı

kendimden bir başka ben yarattım.. görünüşte aynı ben olan ama aslında zerrece yakınınından bile geçemediğim güzellikteydi üstelik, nasıl oluyordu da aynı fiziksel özelliklere sahipken ve de düşünce sistemine, o ne isterse yapıyordu da ben kıyısından bile geçemiyorum diye de kıskandım başlarda.. yaşamak isteyip yaşayamadığım ne varsa; gerçekleşmesi şu an için imkan dahilinde olmayanları mesela, ya da bu evrende mümkün olmayanları da bir bir ona yaptırttım.. o bile şaşırdı çoğu kez ama hiç sesini çıkarmadı yaşadıklarına, bir bildiği vardır nasılsa dedi hep.. içten içe çok da mutluydu, anlıyordum.. anlaşmamıza sadık kaldık hep; ben ona ütopik bir dünya veriyordum o da bana sadece mutluluk.. çok merak ediyordu ama; nereye kadar devam edecek bütün bunlar diye.. sınırlarımı merak ediyordu.. sanırım hamuruna biraz merakı fazla koymuştum, her seferinde önce sebep soruyordu, önyargısız yaklaşmıyordu hiçbir göreve.. itirazlarla girdiği işlerden memnuniyetlerle ayrılıyordu sonunda.. geceleri çok çalışmaktan yakınıyordu en çok; yattığın yerden kolay geliyor sana bütün bunlar dediği an; hiç görmediği bir ülkeye yolculuğa gönderiyordum, döndüğünde ise ben uykuda oluyordum, onu da başucumda buluyordum sabah; yaşadıklarını anlatma hevesini kursağında bırakıp acelem var bahanesiyle ayrılıyordum yanından, ne yaşadığını ben zaten biliyorum salak diye bozmuyordum.. gün içinde olmadık yerde karşımda beliriyordu; zamanda yolculuk yapmak istiyordu kimi zaman canı; kah on yıl sonrama gidiyor, kah bi gün sonrasına.. geçmişime gittiği de oluyordu; değiştirsem şunu nasıl olurdu acaba düşüncesiyle gidişlerinden; hüsranla dönüyordu.. en çok da içinde bulunduğum günün akşamına yolluyordum.. biraz yağmur biraz şarap isteğimi kırmıyor benden önce evde hazır bulunduruyordu.. benden önce her yere gönderiyordum onu, olmak istediğim yerlere, olmak istemediklerime de.. başına bazen kötü şeyler de getiriyordum, bazen gerçekten aptal olduğunu düşünüyorum dediğinde ise; hayat hep güllük gülistanlık değil, kötü şeylere hazırlıklı mısın diye seni deniyorum, deyip çıkıyordum işin içinden.. senin yaşadığın hayat da hiç fena değil, neden benimkini istiyorsun? diye sordu geçenlerde; belki ben de bir başkasının sen'iyim, dedim.. çok matah bişey söylemişim gibi gözleri parladı.. sanırım o da beni düşlüyordu, o gerçek ben ise bir düş oluyordum.. ne zaman bırakacaksın beni dedi; senden önce birşeyi ilk ben yaparsam o an gidersin, dedim, hüzünlendi.. bir adım önümde gidiyordu, son nefesime kadar da hayatımda olacağını ilk kez o an hissettim.. hayalimdeki ben'i boğazda bir çay içmeye gönderdim.. yorgunduk ikimiz de, gece nasılsa yanımda olacaktı yine...



2
2010'da bu yazıyı karalayan şahsıma armağan olsun bu çayım, eylül'ün 1'i 2012... boğaz'dayım, çay içiyorum ayşe, hayat aynı bildiğin gibi, hayal kurmaya devam....