17 Kasım 2011 Perşembe

all i want

''olmayı istemek'' ve ''-ile olmayı istemek'' arasında ne kadar oyunlu bir ayrım mevcuttur öyle!.. yüzlerce şeyi olmak istedim aklım erdiğinden beri, en tatlısı dansçı olmayı istememdi ortaokuldayken, kırık bir bacak sonrası yarım kalan macera olarak hala içimde bir sızıdır, üstelik hiçbir şey başaramamışken dans adına hem de, bir duvarının tamamı ayna ile kaplı odaya son bakışım hala içimi burkar.. neyse dedim ya olmayı istediğim yüzlerce şey vardı; azını oldum, çoğunluğu ise hala hayal olarak sallanmakta içimde bir yerlerde ama ''-ile olmayı istemek'' kavramı sanırım tek bir şeyi (kişiyi ya da bilemiyorum, şimdilerde kişilerin yerini şeyler aldı bende, insandan itinayla kaçtığım bir dönemdeyim, huzuru eşyada bulmaktan da imtina ile kaçıyorum, araftayım...) tanımlıyor.. neyi olduğunu bilsem, nerede olduğunu sezsem dakika durmam yerimde arar bulurum.. biliyorum eksik parçam bu benim, ama hala kendisine dair tek bir iz bile yok... yoktu!.. istemeyi bilmediğimi farkettim.. bilmiyoruz istemeyi, hiçbirimiz.. çünkü gereksiz mütevazilikten dolayı istemeye korkuyor, haketmediğimizi düşünüyoruz çoğu kez.. hayattan istemezseniz, size hiçbir şey vermeyeceğini bu ibnenin yakın bir zamanda öğrendim ben...

her şeyin O'na benzediği, ama hiçbir şeyin O olmadığı bir eksiklik... üçüncü tekillikten çıkıp gelsin cümlelerime özne olsun... all i want is that..


(Sarah Blasko'nun bu şarkısına ve klibine de hastayım ayrıca, ceketi şahane değil mi? eheh kadınsal bir dürtüyle bitirmek postu...)

5 Kasım 2011 Cumartesi

şizofrenik tandans

paralel evrende neler olmaktadır acaba bu vakitlerde?

gittim gördüm, barselona'da bir yer, tam adını bilemiyordum ama gerizekalı ben orada da foursquare'dan check-in yaptığı için kolaylıkla buldum..
la rambla'da oturuyor bir cafe'de, kulağında ipod; robert johnson - traveling riverside blues çalıyor.. ilk bakışta dünyanın en mutlu insanı olduğuna yemin bile edebilirdim bu kadının.. gözleri kapalı, sol dirseğini masaya yaslamış, kırmızı ojeli tırnakları dudaklarında, çenesi avcunda, ritmik hareketlerle başını sallıyor... elindeki kitabın ilk cümlesine kitlenmiş kalmış, bir kelime öteye gidemiyordu.. ''aşk tamamlanmamış bir devrimdir.'' hayatı boyunca inandığı iki kavram vardı zaten; evrim ve devrim... evrilmiş aşklardan yorulmuş, sonuncusunda artık devrimin vakti geldiğine iyiden iyiye inanır olmuştu..


"...ama kimsenin senden önce devrim yapmadığını öğrenmeye başla hemen;
yaşlı ya da ölü şairler ve ressamlar,
yiğitçe saygın kılsan da onları,
işine yaramazlar senin, bir şey öğretmezler sana.
yalın, inatçı, ilk deneyimlerinin keyfini çıkart,
çekingen, kundakçı, sınır tanımaz gecelerin sahibi,
unutma sakın,
yalnızca diş bilemek, altüst etmek
ve öldürmek için buradasın..."

der bir şiirinde pier paolo pasolini.. bu dizeleri hatırlar hatırlamaz kitabını kapattı, henüz bir yudum aldığı şarabını tek nefeste bitirdi ve koşar adımlarla uzaklaştı oradan.. yedi katlı apartmanın çatı katına çıktığında nefes nefeseydi, kan kokusu her yanı sarmıştı, izler yatak odasında bitiyor, izlerin bittiği yerde boylu boyunca devrim yatıyordu.. demek henüz birkaç saat önce gerçekleştirmişti devrimini kadın.. iki dudak arasından çıkanlar bitmişti şimdi yalnızca yapabileceği şey iki dudak arasına bir sigara kondurmaktı.. sonra özenle çıkardığı kalbi pişirip yedi... devrimin tadı enfesti..